24 Nisan 2024

, ,

Taksim

Bugün zafer bize gelmemişse de
Yarınki kavgada yine biz varız
Yiğitlere gebe analarımız

 

“İstanbul’un geleneksel dikkat merkezi olması da düşünüldüğünde, Taksim ve 1 Mayıs tartışması hepten önem kazanıyor. Bazı sendikalarımızın ikircikli bir tutum içinde olmakla birlikte, İstanbul’da bir mahkemenin ‘Taksim’de 1 Mayıs kutlanabilir’ mealindeki kararını dayanak yaparak, bir kez daha ‘Taksim 1 Mayısı’ tartışması açmış olması ise yukarıda özetlediğimiz tablonun hiç anlaşılamadığını gösteriyor. Sokağın yasaklandığı, neredeyse her demokratik hareket ve girişimin şiddetle bastırıldığı günümüzde, bir kez daha ‘1 Mayıs ancak Taksim’de kutlanır’ biçiminde bir tutum, olsa olsa yaşanan hiçbir şeyi umursamamak, hiçbir sorumluluk taşımamak olacaktır. Sınıfa rağmen gündem yaratıp, sınıfın dışında tartışmakta ısrar etmek olacaktır.”[1]

“Öyleyse Türkiye’de çeyrek asrı geçkin süredir her 1 Mayıs’ta gündeme gelen Taksim tartışmalarına da kitlelerin çıkarları açısından yaklaşmak gerekir. 1 Mayıs mücadelesinin mekân tartışmasına sıkıştırılmamasına dikkat etmek, bu sebeple emekçilerin ve ezilenlerin çıkarına olandır. 1 Mayıs’ın tek bir yerde ‘birileri’ tarafından temsili değil; ezilenlerin, sınıfın doğrudan her yerelde istek ve özlemlerini dile getirerek birlikte mücadeleye katılması esastır. 1 Mayıs mücadelesini de yalnızca merkezi etkinliklere sıkıştırmamak, bu mücadeleyi yerellerden örmek, kitlelerin etkili biçimde harekete geçmesi ve verimli bir pratik deneyimi kazanması için önemlidir. Elbette Marksistler 1 Mayıs’ta sembolleşmiş bir alan olarak Taksim’in de kazanılmasına karşı değillerdir. Ne var ki, Taksim, anlamını işçi sınıfının birleşik mücadelesiyle doldurulduğu ölçüde elde etmiştir ve ancak yine o birleşik mücadeleyle geri kazanıldığında anlamını koruyacaktır. Aksi halde en ‘radikal’ sloganları kuşanan ‘Taksim-cilik’, kitlelere karşı inançsızlık ve sorumsuzlukla karakterize küçük burjuva eylem tarzının ifadesidir ve kitle hareketini ilerletmek bir yana, daraltan ve zayıflatan bir rol oynamaktadır.”[2]

“Epeydir dikkatimizi çeken bu durumu dile getirmek bugüne, 2023 1 Mayıs’ı sonrasına ‘nasip’ oldu! Ama İstanbul Maltepe’deki yürüyüş ve mitingden hareketle gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, gerçekten de son yılların en kitlesel 1 Mayıs’ına tanık olduk. En azından, 2012’deki Taksim kutlamasından bu yana…”[3]

“Biz de sokağa çıktık, vatandaşa sorduk: Taksim 1 Mayıs’a açılsın mı, açılmasın mı?”[4]

“1 Mayıs’ın İstanbul’da başka bir alanda da kutlanması için hazırlıkları yaparak, Taksim’i 1 Mayıs’ı boğmak için kullananların oyununun bozulduğu, 2015 1 Mayıs’ının emekçilerin en acil taleplerinin haykırıldığı görkemli bir gösteriye de dönüştürmek.”[5]

“Taksim tartışmalarına da değinilen açıklamada, herkese ortak 1 Mayıs için sorumlulukla hareket etme çağrısı yapıldı. Taksim tartışmalarının emekçilerin çıkarına hizmet etmediği belirtilen açıklamada, değişiklik olmaması durumunda EMEP’in Kadıköy’deki kutlamaya katılacağı bildirildi.”[6]

“Taksim’e on binlerle yüz binlerle girelim, bunda hiçbir sıkıntı yok ancak Taksim meselesinin toptan 1 Mayıs’ın üstünü kapatmasına da müsaade etmeyelim. İhtiyacımız olan 5 bin kişilik bir Taksim 1 Mayıs’ı değil. 1 Mayıs’ı daha kitlesel gösterilere açık hale getirecek yol ve yöntemlere ihtiyacımız var. […] Biz de isteriz elbette Taksim’de 1 Mayıs olmasını, ‘1 Mayıs Taksim’de olduğu takdirde gelmeyeceğiz’ diye bir düşüncemiz yok ancak yaygın 1 Mayıs tartışmalarını Taksim tartışmalarından daha öne çıkarmak gerektiğini düşünüyoruz. Taksim tartışmaları, ister istemez maalesef tüm Türkiye’yi bir tartışmaya boğuyor. Ortak hareket edememek elbette işçilerin zararına oluyor.”[7]

“KESK ve DİSK üst yönetimleri, bu ibretlik alan fetişizmini öyle bir noktaya taşımışlardır ki, tüm yurtta 1 Mayıs kutlamalarını Taksim üzerinden açıklamaya ve yönlendirmeye kalkmışlar, Taksim üzerinden emekçilerin bölünüp önemli bir olanağın heba olmasına neden olmuşlardır. ‘Olursa Taksim, olmazsa hiçbir yer’ denilerek Taksim’e kutsal bir anlam yükleyip fetişizmin doruklarında gezmişlerdir. KESK’in yayınlamış olduğu 1 Mayıs 100. Yıl Broşürü’nün kapağına konulan karikatür, bu anlayışın tipik bir göstergesi olmuştur. Hiçbir şey, bu karikatür kadar yaşananları anlatmaya muktedir olamazdı. Bu anlayışa göre, 1 Mayıs’ı yaratan taleplerin hâlâ güncelliğini koruması, işçi ve emekçilerin içinde bulundukları durum, yaşanan açlık ve sefalet, her geçen gün büyüyen işsizler ordusu vb. taleplerin hiçbir önemi yok. Önemli olan, Kutsal Taksim’e kavuşmak ve o topraklara biat etmektir.”[8]

Yukarıdaki alıntılar, Evrensel gazetesinin yazarlarına, EMEP’in açıklamalarına, sendikalar içinde yer alan Emek Hareketi’ndeki sendika yöneticilerine ait. 2009-2024 sürecinde ilgili gazetede yer alan haber ve yazılardan derlenerek bu çevrenin bir bütün olarak 1 Mayıs özelinde Taksim sorununa nasıl yaklaştığını göstermeye çalıştık.

Bu çevreye göre, “1 Mayıs alanı İstanbul’da Taksim’dir” demek “alan fetişizmi”, “Taksim” diyenler “küçük burjuva”, Taksim’de ısrar eden çevreler “sınıf dışı tutuma sahip” yapılar, Taksim ise “ibadet/ritüel merkezi” ve kutsal mekân.

Bu hareketin 1 Mayıs alanı olarak Taksim’e yaklaşımı bugün neden tartışmaya açılmıştır? Bu sorunun yanıtını vermeden önce neden 1 Mayıs alanının Taksim olduğunu açıklamak gerekir.

Sınıflar mücadelesi, mekân ve zamandan soyut ele alınamaz. Sınıf mücadelesinin takvimi ve mekânı mücadele tarihi içinde oluşur. Takvim bazen sabit bir mekânı işaret etmeden günü geldiğinde mekân ayırt etmeden işler. Bazen de bazı mekânlar takvimde özel bir anlam taşırlar. Takvimsiz mekân hedefi sınıflar mücadelesi tarihinden kopuktur.

1 Mayıs alanı Taksim’dir. Bu, bir “fetiş” değildir. Dayatma hiç değildir. 1 Mayıs’ta işçilerin kanı Taksim’de akıtılmıştır, mekânı kızıllaştıran da onun uğrunda ödenen bedeller olmuştur. 500 bin emekçi Taksim’de değil Kadıköy’de toplansaydı, o zaman bu katliam yaşansaydı, söz konusu 1 Mayıs alanı Kadıköy olurdu.

Mekânı takvime sabitleyen ve onu mücadele tarihinde özel kılan etken; uğrunda ödenen bedel, oraya yüklenen anlam ve değer, anıdır. Bunların olmadığı bir mücadele, savrulmaya ve ilkesizleşmeye mahkûmdur. Her mücadele, bedel ödeyen insanlarla ve onların ürettiği değerlerle ilerler. O gün 500 bin emekçi o meydanı doldurduğunda yaşanan katliamın verdiği mesaj da sınıf hareketinin yükselen ivmesini, antiemperyalist konumlanışını, emekçi halk sınıflarının düzen karşısında birlik oluşturmasını dağıtmaya yöneliktir. Bu bağlamda ele alındığında katliamcıların amacı, Taksim’de 1 Mayıs kutlatmamak değildir, aksine, 1 Mayıs’ı güçlü şekilde kutlatmamaktır.

İşçi ve emekçi sınıflarla ezilenler aynı mekâna yürüdüklerinde bu, bir sınıf cüretinin pratiğini ortaya koyar, egemenlere ve burjuvaziyi karşı bir meydan okumadır. Eleştiriye tabi tuttuğumuz ilgili çevrenin on yıllardır tekrarladığı “daha yüksek katılımlı, güçlü 1 Mayıs” söylemi hayat tarafından çürütülmüştür. Maltepe’de ve Bakırköy’de toplanan kitle hiçbir zaman 100 bini bile bulamamıştır. Bunda Taksim’e yürüyenlerin sorumluluğu yoktur. Asıl sorumluluk, sınıfa yanlış yön tayin edenlerindir.

2009’da Kadıköy’e "sınıfın birliği ve talebi” adına gidenler, madem işçi sınıfı böyle talep etti(!), bir yıl sonra neden Taksim’deki kutlamalara gelmiştir? Sınıf aynı sınıf, 1 yılda sınıfta ne değişti? 1 Mayıs resmi tatil ilân edilip Taksim’de kutlanmasına giden süreç mücadeleyle şekillenmiştir.

Tüm katliam ve darbe süreçlerine rağmen “İşte buradayız!” diyerek Taksim’e yürümek, sınıfa karşı sınıf tavrının keskin bir pratiğidir, sömürülenler lehine safların sıklaştırılmasıdır. Uğrunda canıyla bedel ödeyen insanları sınıfa unutturma politikası yürütmek burjuvazi lehine saf tutmaktır. “Emekçi sınıflar neden Maltepe'ye ve Bakırköy'e gitmiyor?” diye soruluyorsa bu sorunun yanıtı tam da buradadır: Sınıf, güven duymadığı hiçbir hareketinde içinde yer almaz. Antigone gibi kendi insanına sahip çıkılınca sınıfta güven duygusu perçinlenir. Bu değerler oluşmadan, Taksim dışında kitleler hâlinde 1 Mayıs kutlamak bir hayaldir.

Öte yandan, tartışılması gereken başka bir husus Evrensel’in yaptığı haberciliktir. Onların diliyle ifade edersek, sokağa çıkıp insanlara “1 Mayıs için Taksim açılmalı mı?” diye sormuşlar. Bunu yapmak tam anlamıyla hiziptir. Kendisine mikrofon uzatılan birinin “Ben Kadıköy’de kutlanmasını istiyorum” yönündeki yanıtı, hangi sınıf ve bilinç adına konuştuğu açısından ele alınmalıdır. “Ben” öznesi sınıf hareketine mekân tayin edemez. İlgili kişinin sınıfsal şartları ele alınmadan verdiği öznel yanıt da geçersizdir.

Gazetede bu konuda yayımlanan yazılarda kullanılan dil sokak dilidir: fetiş, ibadet/ritüel, Taksimcilik, ısrarcılar/ısrarcılık. Politika yapmanın sınırları sözcükleri seçemeyecek noktaya gelirse bu durum bir eleştiri değil saldırıya dönüşür. 

Egemenlerin kullandığı dil ve açıklamayla bugün 2024 1 Mayıs bağlamında EMEP’in durduğu zemin aynıdır. Her ikisi de Taksim’de kitlesel 1 Mayıs kutlama ilkesini pratiğe dökenleri aynı sözcüklerle itham ediyor. Bu açıdan, işçinin partisi olduğunu iddia edenlerle sermaye adına çalışan çalışma ve sosyal güvenlik bakanının Taksim konusunda aynı şeyi söylemesi işçi sınıfının kaderi olamaz!

Ülkede reformizme geçişi ilk tescilleyen çevre olarak tarihe geçseler de bugün onların duruşuyla sendikalarınki farklı değil. Bu anlamda bu çevre, açık şekilde sınıf uzlaşmacılığını dile getirse de sendika bürokratları bunu çeşitli manevralarla gerçekleştiriyor. Ortada mahkeme kararı bulunduğu hâlde EMEP yöneticileri DİSK’i ziyaret ederek “Alan tartışması 1 Mayıs’ı gölgelemesin, Taksim olursa biz de katılmayız demiyoruz” diye lütfediyorlar. 5 bin kişilik Taksim kutlamasını doğru bulmuyorlarmış. Daha mahkeme kararının bile uygulanmasını pratiğe dökmeden daha valilikle görüşme gerçeklemeden 5 bin kişinin katılacağı nereden biliniyor? Deniyorsa ki daha öncekiler gibi bu kez de yasaklanır, o zaman neden uzlaşmacı ve teslimiyetçi tavırda ilkesizlik görülmüyor? Kadıköy, Bakırköy ve Maltepe’ye gidecek olanların yolunu Taksim için mücadele edenler mi kesti? O mekânlara neden yüzbinleri dolduramadınız?

Bir diğer hatalı bakış da “fabrikalar, sanayi havzaları” söylemiyle sınıfın alanını küçültmek. Şehrin her noktasında gece gündüz çalışan motokuryeler ve onların direnişleri, güvencesiz çalışan temizlik ve ev işçileri, çocuk işçiler, zincir mağazaların emekçileri, e-ticaret adı altında emeği sömürülenler, kamu emekçileri, kâğıt toplayıcıları, kentsel dönüşüm mağdurları, kiracılar, çağrı merkezlerinde çalışan emekçiler ve bugün sanayi ve fabrika havzası dışına taşıp emeği sömürülenler 1 Mayıs’a “mekân tayin etme” konusunda söz sahibi değiller mi? Sadece şalteri indirmek mi hayatı durdurur? Motokuryelerin direnişi neden çabuk sonuç verdi? E-ticaret sitesi sahibi burjuvaların müşterilere siparişlerin 1 hafta geciktirilmesinin onlar açısından mali zararı ortada. Amazon örneğinde de görüleceği gibi bugün e-ticaret burjuvazisi emperyalist aşamaya geçmiştir. Şalter artık fabrikanın dışına doğru genişliyor, hayatın burjuvazi ve egemenler adına durdurulması, üretimin her alanında mümkün sayılabilecek noktada.

EMEP çevresi; tarihi, değerleri, mekânı, takvimi, bedelleri olmayan bir sınıf hareketini savunuyor. Cumartesi Anneleri’ne “Galatasaray önünde değil de başka bir mekânda toplanın” demekle “Taksim tartışması 1 Mayıs’ı gölgeler” demek aynı politikanın ürünüdür.

Sendikalarda ise durum farklı değil. Düzen sendikacılığını bir pratik hâline getirmenin sonucu 2024 1 Mayıs’ında tamamen gün yüzüne çıktı. Bekledikleri mahkeme kararı gelmesine rağmen son dakikaya kadar Taksim diye diretemiyorlar. 22 Nisan günü DİSK ve KESK, valilik ile görüştü. Taksim yönünde bir “onay” alamadıkları görülüyor. Birkaç gün içinde birkaç göstermelik açıklama ve tepkiden sonra, belki de merkezi bir nokta olduğundan, Yenikapı talep edilebilir. Söz konusu mekân Taksim olmadıktan sonra neresi olduğunun da bir önemi kalmıyor.

DİSK, “1 Mayıs’ta Taksim’e” diye afişler bastırdıktan, KESK “1 Mayıs’ta Taksim’deyiz” diye bildiriler dağıttıktan sonra bu hafta çıkıp “izin alamadığımız için hemen şu mekânı talep ettik” derse aslında sendikaların da duruşunun EMEP’ten farklı olmadığı hayat tarafından doğrulanacaktır. Bunun göstergeleri mevcut: 2024 1 Mayıs Taksim Platformu’nun sözcüsü, katıldığı bir YouTube yayınında Mart’tan beri çalışma yürüttüklerini ve sendikalarla ortak çalışma yürütmeye yönelik sendikalara ziyaretler gerçekleştirdiklerini fakat sendikaların buna yanaşmadığını bildiriyor. Bir diğer veri ise KESK’in valilikle yaptığı görüşmeden sonra Taksim için bildiri dağıtımını ve toplantılarını bir gün sonraya ertelemesi. Eğer Taksim konusunda kararlı olsalardı, bildiri dağıtımı ve toplantılar ertelenmezdi. Eldeki mahkeme kararına rağmen reformizmin geldiği nokta bu. 2024 1 Mayıs’ı, safların ayrışması noktasında bu yönüyle tarihe geçecek. Sendikacılığın ve reformizmin tabutuna çakılan son çivi.

77’de, 89’da, 96’da katledilen işçi ve emekçiler için,

Aldığı ücreti ev kirasına yetiremeyenler için,

Siparişlerini yetiştirmek için canını dişine takan motokuryeler için,

Evlere temizliğe giderek güvencesiz şekilde yevmiyeyle geçinmeye çalışanlar için,

Çöpten yemek, pazar yerlerinden çöpe dönüşmüş meyve-sebze toplayanlar için,

Kağıt toplayıcıları için,

Ücretli öğretmenliğe mahkûm edilenler için,

İliç’te milyonlarca metreküp toprağın altına emperyalist tekellerce gömülen işçiler için,

Kentsel dönüşüm adı altında evlerinden edilenler için,

İnşaatlarda ve madenlerde katledilen işçiler için,

Yanarak canından olan, asansör halatının kopmasıyla yere çakılan işçiler ve öğrenciler için,

Güvencesizliğe ve umutsuzluğa mahkûm edilip uyuşturucu bataklığına ve intihara sürüklenip her türlü yozlaşmaya maruz bırakılan gençlik için,

MESEM adı altında çocuklar sömürüldüğü için,

Emperyalizmin bölgesel savaşlarıyla yurdundan edilip göçe zorlanan ve gittiği ülkede yakılarak öldürülen ve güvencesiz çalışan işçiler için,

Eşit işe eşit ücret, insan onuru, emek, alın teri, sınıfsız sömürüsüz bir düzen için “1 Mayıs alanı Taksim’dir” diyoruz.

Bugün bu tavrı ve cüreti gösteremeyip egemenlerin ve burjuvazinin yanında saf tutanlar da emekçi halkın hafızasından silinmeyecektir. “Taksim’de ne yapacaksınız, bu ısrar neden?” diyerek sınıf uzlaşmacılığı yapanlar; Donbas halkını ve Odesa’daki işçileri Ukrayna faşistlerinin katletmesinde, Filistin halkını emperyalistlerin-Siyonistlerin soykırıma uğratıp sürgün etmesinde, Suriye’nin petrolünü emperyalistlerin çalmasında ve bölgeyi radar üsleriyle doldurmasında beis görmeyenlerdir.

Bu bağlamda, bölgeyi işgal ve ilhak edenlerle ülkemizdeki maden ocaklarında işçileri göçük altında bırakan, insanımızı uyuşturucu başta olmak üzere her türlü yozlaştırmaya feda eden, işçi emekçi halkın alın teriyle kendi ülkesinde kiracı bile olmasını elinden alan odak aynıdır: emperyalizm.

Tüm bu gerekçelerden dolayı Taksim; antikapitalist, antifaşist, antiemperyalist mücadelenin 1 Mayıs bağlamında mekânıdır. Bunun aksi yönde ilerleyen her hareket sınıfa ihanettir, emperyalizmi bilinçlerden çıkarma çabasıdır. Bu çaba tutmayacak, halkın hafızasından da antiemperyalizm silinmeyecek.

Not: Tozkoparan, Fetihtepe, Tokatköy örneklerinde görüldüğü gibi kentsel dönüşüm adı altında mahalle halkının elektriği ve suyu kesilerek göçe zorlanıyor, zorlandı. Yeni Tokatköy’ler kaçınılmazdır. Bu insanların kentin en ücra noktalarına sürülüyor. Aynı şekilde, işçi emekçi sınıf da bir dolgu alanı olan Maltepe’ye sürülüyor. Halk, mahallesinden; sınıf da mekândan sürgün ediliyor. Sınıfı sürgün etmek için sol ve sendikalar sömürge valiliği görevini yerine getiriyorlar. O yüzden bugün Aksa, Filistin halkı için ne anlam ifade ediyorsa Taksim de ülkemizin sömürülen sınıfları için aynı anlamı taşıyor. Taksim, Gezi’den beri sivil toplumcu, kimlikçi, liberal ve postmodernist hareketlere devredilmeye çalışılıyor. 8 Mart, 25 Kasım, onur yürüyüşleriyle sınıf değil kitle mekânı olarak Taksim özelinde emperyalizme alan açılıyor. Üç kesim de kendilerinden daha ağır bir zulme maruz kalan Filistinlilere ve her türlü sömürüye maruz kalan ülkemizin emekçi sınıflarına sırt dönüyor. Her ne olursa olsun tüm bu kesimlere, egemenlere ve burjuvaziye rağmen dilde, sanatta, değerlerde, mekânda, takvime rengini veren zamanda, ilişkilerde, kısacası bir bütün olarak insana ait her alanda sınıf mücadelesi ilkeleriyle yürütülmeye devam edecek çünkü her taviz yeni tavizi getirir, hayatın ilkesi budur.

S. Adalı
24 Nisan 2024

Dipnotlar:
[1] “1 Mayıs, Taksim, Dönem ve Sorumluluk”, 26 Mart 2016,
Evrensel.

[2] “Bir Olay: 2022 Bir Mayıs’ı”, 30 Nisan 2022, Evrensel.

[3] Vedat İlbeyoğlu, “1 Mayıs Notları ve 14 Mayıs İmkânı”, 7 Mayıs 2013, Evrensel.

[4] Mehmet Emin Demirel ve Metin Akarsu, “Sokak 1 Mayıs’ta Taksim’e Nasıl Bakıyor?”, 27 Nisan 2014, Evrensel.

[5] İhsan Çaralan, “1 Mayıs’ı Taksim’de Kutlayacaksak”, 6 Nisan 2015, Evrensel.

[6] “EMEP: 1 Mayıs Ortak Kutlanmalı”, 29 Nisan 2009, Evrensel.

[7] “EMEP: Yerellerde, Güçlü Yaygın Kutlanan 1 Mayıslarla 1 Mayıs Alanlarına”, 5 Nisan 2024, Evrensel.

[8] “Alan Fetişizmi ve Sınıf Dışı Tutum Üzerine”, 5 Mayıs 2009, Evrensel.

23 Nisan 2024

,

Köz'ün Sözü


“CHP AKP’leşti; HDP CHP’leşti” tespitinin delili ve ispatı, Köz dergisi. Dergi, son değerlendirmesinde[1] tipik bir CHP’li gibi konuşuyor ve düşünüyor. Komünist ayracı silip atıyor. “[Burjuva sosyalistleri] toplumu yeniden organize etme bahanesiyle, mevcut toplumun temellerini korumak için geliştirdikleri gösterişli reform sistemleri ile öne çıkarlar. Komünistler, bu burjuva sosyalistleriyle kesintisiz mücadele etmelidirler, çünkü bunlar, komünistlerin düşmanları için çalışırlar ve komünistlerin altüst etmeyi amaçladıkları toplumu korurlar”[2] diyen Engels’in bahsini ettiği mücadeleye kısa günün kârı adına sırtını dönüyor.

Küçük burjuva örgütler arasındaki rekabette “Komintern’in ilk dört kongresi”ne dair bilgileriyle öne geçme derdinde olan bu ekip, geçmişte “oportünistlerden ve tereddütlü unsurlardan kopulmadan enternasyonal kurulamaz”[3] diyordu, ama bugün oportünizme ve tereddütlü küçük burjuva hâle teslim oluyor. Her tereddütlü ve oportünist gibi doğal olarak “yalan”ı iş hâline getiriyor:

“Bununla birlikte, genel olarak ya da söz konusu alanlarda seçimlerde bir parti olarak DEM’i desteklemedik. DEM’i değil, DEM’in İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’daki büyükşehir adaylarını destekledik.”

Söz konusu yazı, CHP’leşen DEM’in burjuva siyaseti içerisindeki ağırlığına göre şekilleniyor. Bir yandan “Erdoğan, koltuğunda oturduğu sürece bu krizin bitmesi imkânsız. O koltuktan seçim yoluyla indirilmesinin ise hiçbir yolu yok” diyor, bir yandan da “krizin derin yapısal nedenler nedeniyle, öznel müdahalelerden bağımsız olarak ortaya çıktığını anlamadıkları gibi, tersinden, kitle eylemlerindeki kabarmalar, hatta genel grev dalgaları dâhil olmak üzere hiçbir nesnel dinamiğin söz konusu krizin emekçiler ve ezilenler lehine çözülmesini mümkün kılmayacağını da anlamamaktadırlar” tespitinde bulunuyor. 

Yani her nabza şerbeti olan Köz’e göre hem krizi çıkartan Erdoğan, hem de kriz derin yapısal nedenlere bağlı, öznel müdahalelerden bağımsız bir olgu. Köz, ne dediğini bilmiyor.

Çünkü Köz, “DEM’in Amerikancı blokla hareket etmesini engelleyen dinamiğin, aslında tam da eylemler” olduğunu sanıyor. Kendisini buradan var etmeye, tanımlamaya, meşrulaştırmaya çalışıyor. Kürdistan KP’sinin Türkiye versiyonu olmak istediği için tüm gerçeği bu zaviyeden değerlendiriyor. Boşa ve boşluğa konuşuyor. Dolaylı olarak, Anglo-Amerikan bloğuyla hareket eden İmamoğlu’na çalışıyor. Başımıza yeni Erdoğan’ı belâ etmek için uğraşıyor.

“Kriz” batıya; “iç savaş” doğuya dair. Köz gibi yapılar, bunların asıl sebebinin Erdoğan ve ihtirasları olduğunu sanıyorlar. Böylelikle, krizsiz ve iç savaşsız bir burjuva düzeni olduğu yalanına kitleleri ikna etmeye çalışıyorlar. İmamoğlu ile ilgili PR çalışmasına dâhil oluyorlar. Bu ikna gayretini CHP olarak kodlamak gerekiyor. Krizsiz ve iç savaşsız burjuva düzeni masalı, CHP kaynaklı. Esasen sosyalist hareketin ağzından çıkan her şey, CHP koridorlarından.

CHP-DEM arasında açılan koridorda, esas olarak küçük burjuvalarda görülen Erdoğan hasedi ve nefreti konuşuyor. Köz de bu dile ortak oluyor. Erdoğan hasedinin küçük burjuvanın burjuvaziye olan hasediyle; Erdoğan nefretinin ise küçük burjuvada gördüğümüz proletaryaya olan nefretle ilişkili olduğu görülmüyor.[3] CHP, DEM’i kendisine örgütlüyor. Bu örgütleme süreci, Köz’de makes buluyor.

Köz, Lenin’in “tüm burjuva partileri tek partidir” düsturunu o koridora mecbur olduğu için unutuyor. Oysa burjuva düzeni, her daim iç savaşla ve krizle tanımlı. O burjuva partileri ve düzeni içerisinde rol ve ağırlık sahibi olmak isteyen kişiler gibi düşüneceğine, Köz’ün krizle ve iç savaşla tanımlı burjuva düzenine karşı proleter devrimciliği örgütlemesi gerekirdi. Ama bunu sınıfsal yapısı gereği yapamadığı için küçük burjuva sohbetlere meze olan boş fikirlere tevessül ediyor.

Köz; CHP’si, AKP’si, MHP’si, DEM’i, cem-i cümlesinin, bu krizle ve iç savaşla tanımlı burjuva düzenini daimi kılmak için uğraşan yapılar olduğunu, aralarındaki rekabete çok anlam yüklememek gerektiğini göremiyor. Son seçimi de bu yanlış fikriyatla değerlendiriyor. Kendisine boş yere boş alan açmak için uğraşıyor. O göz diktiği alan, dolu.

“MHP’nin önceliği, hükümetten bakanlık kapmak, parlamentodaki koltuk sayısını arttırmak değil, devlet içinde kadrolaşmak olduğu için yitirdiği belediyeler onun açısından önemli bir kayıp sayılmaz” diyen Köz, MHP’yle birlikte hareket edenin AKP olduğunu görmüyor. Onu hep kendisi gibi öznel ihtiraslara sahip bir kişi zannediyor. AKP’yi kendisinden okuyor. Dolayısıyla, yıllar önce Kemal Derviş “bu ülkenin asıl ihtiyacı koalisyondur” dedikten birkaç ay sonra, o güne dek CHP ile müttefik olan MHP’nin AKP’nin yanına eklenmesinde emperyalizme ve kapitalizme dair gerekçeler olduğunu idrak edemiyor. Yazının bir yerinde AKP’nin Amerika’ya yaranmaya çalışacağını söylüyor. İç savaşı Erdoğan’ın başlattığını iddia ediyor. Her şeye muktedir olan Erdoğan portresi çizdikten sonra da bu sefer “Her iki karar da Türkiye’de faşizmin hüküm sürdüğünü değil, Erdoğan’ın devlete hâkim olamadığını anlatır” diyor.

Son seçimle ilgili olarak “AKP’nin seçmen kitlesinde işçi sınıfının en çok ezilen ve en geri kesiminin ağırlığı, diğer burjuva partilerine kıyasla fazladır” diyen Köz, ardından şu tespiti yapıyor: “Millet İttifakı’nın burjuva ve görece örgütlü kesiminin aksine, bu kesimin politika ve örgüt bilinci yok denecek kadar azdır.” Çünkü Köz, işçi sınıfının politikasına ve örgüt bilincine inanmıyor. Olabileceğini düşünmüyor. CHP, her sandığın başına dikecek insan bulamazken, istediğinde her sokağı örgütleyebilen AKP’yi görmüyor. “Çekilin” dediğinde çekilecek bir kitlesi olabileceğini fehmedemiyor. Onu tipik bir CHP’li gibi “gerici, yobaz, koyun sürüsü” olarak görüyor. Sosyalist hareketin zikrini de fikrini de CHP tayin ediyor. Bağımsız karakterini, Engels’in “mücadele edilmeli” dediği burjuva solcularıyla arasındaki mesafeyi silikleştiriyor.

Köz, bu seçimde AKP’nin belirli yerler haricinde, bürolarını ve siyasi ağını çektiğini bilemiyor. “Belki de kriz ve iç savaş koşullarında o kötü ve yanlış adayları bilerek çıkarttı” iddiasını sorgulama gereği duymuyor. AKP ve CHP’nin süreci, düzeni ve ülkeyi birlikte yönettiğini görmüyor. Düne kadar yoldaş bildiği Akşener’e bugün Bahçeli’nin neden “çekilme!” dediğini anlamıyor. İsmail Saymaz ağzından çıktığı biçimiyle Mansur Yavaş denilen kişiye İyi Parti başkanlığı koltuğunun neden işaret edildiğini sorgulamıyor.


Köz, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresini hatmetmiş, alamet-i farikası bu malumat olan bir yapı. Bu vasfıyla, bugün seçim konusunda taşradaki bir CHP kahvesinde yapılan analizlerin ötesine bakmayı bilmeli. Bunun için emlak değeri yüksek CHP mahallelerinin ve CHP’ye ait tatil beldelerinin dışına dair sözü ve eylemi olması gerekiyor. O söz ve eylem, yukarıdaki tabloda her iki sütunu sınıfsal-proleter manada kesen hatta örgütlenmedikçe, o hattı örgütlemedikçe vücut bulmaz.

Eren Balkır
18 Nisan 2024

Dipnotlar:
[1] “Cumhur İttifakı’nın Değil AKP’nin Hezimeti, Emekçilerin Değil CHP’nin Zaferi, Hükümete Karşı Emekçilerin Bağımsız Kitlesel Seferberliği için İleri!”, 3 Nisan 2024, Köz.

[2] Frederick Engels, “The Principles of Communism”, Ekim-Kasım 1847, MIA.

[3] Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Cilt 1, Maya, Mart 1997, s. 10

22 Nisan 2024

,

Lenin Hizipçi miydi Yoksa Birlikçi mi?


Yaygın olarak işittiğimiz yorumlarda dile getirildiği biçimiyle Lenin, kendisiyle aynı fikirde olmayan herkesi yok etmeye çalışan bir mezhepçi miydi? Yoksa hizipçi eğilim yanında veya onunla gerilim içerisinde bir de birlikçi eğilime sahip bir kişi miydi? Onun asarında karşımıza çıkan hizipçiliğin birlikçilikle derin bir ilişki içerisinde olduğunu söyleyebilir miyiz?

O döneme, özellikle de Ekim Devrimi öncesine ait külliyat, Lenin’in hizipçiliğine dair mebzul miktarda kanıt içeriyor, üstelik, yıllar boyunca karşı çıktığı çeşitli grup ve bireylerin listesi, gerçekten de çok uzun: Narodnikler, Menşevikler, Tanrı inşacıları, Bundistler, Tasfiyeciler, Otzovistler, Sosyalist-Devrimciler vs. Lenin, bu gruplara karşı, “devrimci sosyal demokrasinin saflığının parti birliğinden daha değerli olduğunu” ileri sürdü.[1] Bu nedenle Lenin, sınırlı sayıyla temsil olunan meclislerde (1905-1917) diğer sol veya liberal partilerle blok oluşturulmasına karşı çıktı. Lenin, sosyal demokratlar içerisinde birbiriyle kavga eden hizipleri bir araya getirmeye çalışan Trotskiy’nin önderlik ettiği “uzlaştırıcılara” da karşıydı. Hatta bu uzlaştırıcıların, her türden muhalifle işbirliği içinde, aslında bölünmeleri ağırlaştırdığını bile söyleyebiliyordu.[2] Peki ama neden?

Lenin, her uzlaşmanın sosyalizm misyonunun sulandırılmasıyla neticeleneceğini düşünüyordu. Tüm bunların ışığında, rakipleri, onun kesinlikle hizipçi, doktriner ve affetmek nedir bilmeyen bir siyasetçi olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla, o hasımlar, farklılıkların, bölünmelerin ve sert polemiklerin tüm suçunu onun sırtına yüklemek için ellerinden geleni yaptılar; öyle ki, bırakın sonrasında dönemi inceleyen akademisyenleri, Karl Kautsky ve Rosa Luxemburg gibi uluslararası sosyalist hareket içerisindeki kişileri bile ikna etmeyi bildiler.[3] Aslında Ekim Devrimi’nden sonra yoldaşlarınca uydurulmuş bir terim olarak göremeyeceğimiz “Leninist” terimi, ilk başta, onun bölücülük suçlaması yönelten hasımlarının saldırı için kullandıkları bir ifadeydi.[4]

Ama eldeki teorik birikime daha yakından bakıldığında, sürecin belirli bir kalıba uygun olarak ilerlediği görülüyor. Bu kalıba göre Lenin, bir yandan hasımlarıyla sert polemikler içerisine giriyor, bir yandan da birlik yönünde yoğun bir çaba yürütüyor.

Bunun en çarpıcı örneği, İkinci Kongre’den sonra Sosyal-Demokrat Parti içindeki pek çok kişiyi dehşete düşüren Bolşevik-Menşevik ayrışması. Ancak 1905’te başlayan meclis pratiği döneminde bu iki kanat, birlikte konferans düzenlemeyi kabul ediyorlar. Bu konferans, 1906’daki o önemli birlik kongresiyle taçlanıyor.[5]

Kongre belgeleri, “RSDİP Birlik Kongresi düzenlendi. Artık ayrışma diye bir şey yok” gibi ifadelerle dolu olduğu görülüyor.[6] Dahası, anlaşma Bund’un yanı sıra Polonyalı ve Letonyalı Sosyal-Demokratları da kapsıyor. Ancak birlik dürtüsü güçlendiğinde, hizipçi eğilim kendisini tekrar ortaya koyuyor. Dolayısıyla, hem kongre sırasında hem de sonrasında oylamaya hile karıştırma ve sinsi entrikalara ilişkin suçlamalarla karşılaşıyoruz.[7] Hizipler, bir kez daha ayrışıyorlar. Ancak birkaç yıl sonra yeniden birlik projesi için kollar sıvanıyor.[8] Öyle görünüyor ki mücadele, sürekli hareketi merkeze toplama ve merkezden uzaklaştırma yönünde gerilimli bir seyir içerisinde, bu anlamda, ilgili seyir, bir araya gelme eylemi dâhilinde belirli kesimleri birbirinden uzaklaştırıyor.

Benzer bir gerilim, sosyal demokratların sıklıkla Sosyalist-Devrimciler gibi diğer sosyalist partilerle ve Trudovikler ve Kadetler gibi daha liberal partilerle ittifak yapmayı düşündüğü meclis sürecinde de açığa çıkıyor. Lenin’in “Sosyal Demokratlar ve Seçimler Konusunda Yapılacak Anlaşmalar”[9] başlıklı metni, bu gerilimin en yalın ve en açık ifadesi. Bir yandan davaya sadık kalma, hiçbir siyasi partiyle anlaşma yaparak tavizde bulunmama, blok, ittifak, ortak liste oluşturmama, kesinlikle hayati önem taşıyan olgular olarak görülüyor.[10] Ancak çok acil bir durumda, liberal partilerle bile, geçici olmak kaydıyla, ittifak kurmanın gerekli olabileceği üzerinde duruluyor.

Lenin’in Ekim Devrimi’nden sonra muhaliflerle birlikte çalışmanın gerekliliğine ilişkin daha sonraki tespitlerinde de görüldüğü üzere, mücadelenin gerekliliklerinin ittifaklara olan ihtiyacı dayattığı görülüyor, ama bir yandan da “bu ittifaklar kurulacak diye ideolojik bağımsızlıktan hiçbir vakit zerre ödün verilmemeli” diye düşünülüyor. Ortak bir amaç uğruna birlikte çalışmanın mümkün olduğundan, ancak daha sonra bu durumu diğer partilerin sonuçta ne kadar hatalı olduğunu göstermek için kullanılabileceğinden de bahsediliyor.

Bolşevikler, çarlığa karşı mücadelede zaman zaman liberallerle, Menşevikler ve Sosyalist-Devrimcilerle, 1917’nin kritik aylarında ve hatta aynı yılın Kornilov darbesini engellemek için Kerensky’nin Geçici Meclis güçleriyle birliktelik kurarken, tam da bu anlayış uyarınca hareket ediyorlar.[11]

Kanaatimce, Lenin’in siyasi pratiğinde ve düşüncesinde varlığını muhafaza eden bu gerilimin en az üç nedeni var.

İlk neden, tümüyle pratik. Belirli bir siyasi durumda, “mücadele dâhilinde anlaşma”ya varılabilir: Sosyalist-Devrimciler, köylü partileri ve hatta diğer yarı-politik örgütler, toprak ağalarına, Çar’a, meclise, geçici hükümete veya kapitalist sömürüye karşı muhalefet ediyorsa ve eğer bunlar, köylülerin hatta küçük burjuvazinin amaçlarını temsil eden güçlerse, o vakit sosyal demokratlar birleşik bir cephe içerisinde yer alırlar. Mücadele dâhilinde gerçekleştirilen bu türden bir anlaşmanın neticede sosyalizmin çıkarına olduğu, hatta diğer partilerin yarı-sosyalist konumlarının ortaya çıkarılmasına fırsat sunacağı düşünülüyor.[12]

İkinci neden, kişisel. Lenin’in, özellikle yazılı basında veya parti toplantılarında saldırdığı kişilerle günlük pratikte yakın işbirliği içinde çalıştığı biliniyor. Hatta en yakınındaki yoldaşın yanlış yola saptığını düşünüyorsa Lenin, ona saldırmaktan hiç çekinmiyor, ama ertesi gün çark edip, ortak zeminde buluşmak adına, aynı yoldaşını kucaklayabiliyor.[13] Birkaç örnek, bunu açıkça ortaya koyuyor: Trotskiy’ye yönelik saldırılarına rağmen, Lenin ve Trotskiy, Ekim Devrimi’nin ve Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin (sonraki SSCB’nin) ilk Bolşevik hükümetinin iki temel direği. Yirminci yüzyılın ilk on yıllık diliminde acımasızca saldırdığı, Tanrı-İnşacı Anatoli Lunaçarski, Ekim Devrimi’nden sonra Aydınlanma Komiseri (bakanı) olarak atanıyor, üstelik, Lenin’in en yakınındaki isimlerden biri hâline geliyor.[14]

Pratik düzeyle ve kişisel boyutla alakası bulunmayan teori düzleminde ise Lenin, birliğe uzlaşma yolu üzerinden ulaşılamayacağını düşünüyor. Bunun yerine, sadece açık ve sert tartışmaların, diyalektik bir yolun derin kökleri olan birliği doğuracağına inanıyor.

Ne Yapmalı’nın başında Lassalle’dan aktardığı ve birçok yerde yinelediği ifadede dile getirdiği biçimiyle, Lenin, “parti mücadelelerinin partiye güç ve canlılık kattığını” düşünüyor.[15] Her daim bu tür parti mücadelelerinin açıktan yapılmasını isteyen Lenin, bu mücadelelere büyük bir coşkuyla dâhil oluyor. O güçlü argümanlar, ancak o vakit dile dökülebiliyor.

Lars Lih’in İkinci Kongre sırasında yaşanan o meşhur bölünmenin sonrasıyla ilgili yaptığı çarpıcı analizinde dile getirdiği biçimiyle, kilit nokta, partinin ve teşkilâtlarının sahip olduğu egemenlik.

Bolşeviklerin başlıca özelliği, her daim işittiğimiz o yavan yorumlarda ifade edildiği biçimiyle, sırf muhalefet etmek için muhalefet ediyor olmaları değildi.[16] Bilâkis, Bolşevikler, partinin egemenliğine de, cümlesi açıktan yürütülmüş, kimi zaman hararetli geçen tartışmaların ürünü olan tüzüğüne, kararlarına ve kanunlarına da hep bağlı kaldılar. Dolayısıyla, delegeleri seçimle belirlenmiş parti kongresinden asıl yana olan, açık ve sert tartışmaların yaşanması gereken kongrenin belirlediği tüzüğe bağlı kalan, Menşevikler değil, Bolşeviklerdi.

Sonuç olarak şu söylenebilir: Lenin’deki hizipçilik ve birlikçilik, aynı madalyonun iki yüzüdür. Daha doğru ifadeyle, bu iki yüz arasında diyalektik bir bağ söz konusudur. O, ne tek başına birlikçilikten ne de tek başına hizipçilikten yanadır. Aralarındaki gerilimli ilişkiyi dikkate alan Lenin, iki eğilimi de sahiplenir.

Lenin, güçlü anlaşma zeminleri oluşsun, teşkilât davaya daha güçlü bağlansın diye açık tartışmadan yana durur.[17] Tam da bu sebeple pasif çekimserliğe, “bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar”cı anlayışa, farklılıkların örtbas edilmesine, farklı grupların uzlaştırılması fikrine, hatta kapalı kapılar ardında yapılan ağız kavgalarına tümüyle karşıdır. Onun için önemli olan, halkın gözü önünde gerçekleşen eylem birliği, tartışma hürriyeti ve eleştiri pratiğidir. Sınıfı zemine, partiyi birliğe ancak bunlar kavuşturabilir. O derin hakikatin görülmesini, ancak bunlar sağlayabilir.[18]

Roland Boer
14 Haziran 2012
Kaynak

[1] V. I. Lenin, “What the Splitters Have to Say About the Coming Split” (1907). MIA

[2] Lenin “boş ifadeler ve her şeyi kucaklayan yavan sözlerle aradaki uçurumu kapatmaya çalışanlar”ı “yalpalayan kişiler”, başka bir ifadeyle, “uzlaştırıcılar” olarak nitelendiriyor. Somutta Lenin, Trotskiy’nin “proletaryanın olgunlaşmasıyla birlikte aydınlar arasında tartışıp duran muhtelif hiziplerin silinip gideceği”ne dair argümanına karşı çıkıyor. Lenin, ortaya uzlaşmadan başka bir şey çıkmayacağını düşünüyor.

V. I. Lenin, “A Conversation Between a Legalist and an Opponent of Liquidationism” (1911). MIA

—, “The New Faction of Conciliators, or the Virtuous” (1911). MIA

—, “Uniters” (1912). MIA

—, “The Liquidators and ‘Unity’” (1912). MIA

—, “On the Attitude to Liquidationism and on Unity” (1912). MIA

—, “Four Thousand Rubles a Year and a Six-Hour Day” (1914). MIA

—, “Disruption of Unity Under Cover of Outcries for Unity” (1914). MIA

[3] Nikolai Valentinov, The Early Years of Lenin (1969) [1954], Ann Arbor: University of Michigan Press. Çeviri: R. H. W. Theen. Worldcat

—, Nikolai Valentinov, Encounters with Lenin (1968) [1953], London: Oxford University Press. Çeviri: P. Rosta ve B. Pearce. Worldcat

—, W. Bruce Lincoln. Passage Through Armageddon: The Russians in War and Revolution 1914-1918 (1986), New York: Simon and Schuster, s. 235-6. Alibris

—, Christopher Read, Lenin: A Revolutionary Life (2005), Oxford: Routledge. Google

[4] V. I. Lenin, “The ‘Vexed Questions’ of Our Party: The ‘Liquidationist’ and ‘National’ Questions” (1912). MIA

[5] V. I. Lenin, “Announcement of the Formation of an Organising Committee” (1903). MIA

—, “A Tactical Platform for the Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

—, “Should We Boycott the State Duma? The Platform of the Majority” (1906). MIA

[6] V. I. Lenin, “An Appeal to the Party by Delegates to the Unity Congress Who Belonged to the Former ‘Bolshevik’ Group” (1906). MIA

—, “Report on the Unity Congress of the R.S.D.L.P.: A Letter to the St. Petersburg Workers” (1906). MIA

[7] V. I. Lenin, “The Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

—, “Report on the Unity Congress of the R.S.D.L.P.: A Letter to the St. Petersburg Workers” (1906). MIA

—, “The Protest of the Thirty-One Mensheviks” (1907). MIA

—, “The St. Petersburg Elections and the Hypocrisy of the Thirty-One Mensheviks” (1907). MIA

[8] V. I. Lenin, “Towards Unity” (1910). MIA

—, “Party Unity Abroad” (1910). MIA

—, “One of the Obstacles to Party Unity” (1910). MIA

[9] V. I. Lenin, “The Social-Democrats and Electoral Agreements” (1906). MIA

[10] V. I. Lenin, “The Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

—, “The Third Congress of the R.S.D.L.P.” (1905). MIA

—, “On the Provisional Revolutionary Government” (1905). MIA

—, “Neither Land Nor Freedom” (1906). MIA

—, “Tactics of the R.S.D.L.P. in the Election Campaign: Interview with L’Humanite” (1907). MIA

—, “The Third Duma” (1907). MIA

—, “The Social-Democrats and Electoral Agreements” (1906). MIA

—, “Blocs With the Cadets” (1906). MIA

—, “Party Discipline and the Fight Against the Pro-Cadet Social-Democrats” (1906). MIA

—, “The Attitude of the Bourgeois Parties and of the Workers’ Party to the Duma Election” (1906). MIA

—, “Plekhanov and Vasilyev” (1907). MIA

—, “The Social-Democrats and the Duma Elections” (1907). MIA

—, “‘When You Hear the Judgement of a Fool…’: From the Notes of a Social-Democratic Publicist” (1907). MIA

—, “Report of the C.C. of the R.S.D.L.P. to the Brussels Conference and Instructions to the C.C. Delegation” (1914). MIA

[11] V. I. Lenin, “The Social-Democrats and Electoral Agreements” (1906). MIA

—, “A Dissenting Opinion Recorded at the All-Russian Conference of the Russian Social-Democratic Labour Party by the Social-Democratic Delegates from Poland, The Lettish Territory, St. Petersburg, Moscow, The Central Industrial Region and The Volga Area” (1906). MIA

—, “The Sixth (Prague) All Russia Conference of the R.S.D.L.P.” (1912). MIA

—, “‘When You Hear the Judgement of a Fool…’: From the Notes of a Social-Democratic Publicist” (1907). MIA

—, “The St. Petersburg Elections and the Hypocrisy of the Thirty-One Mensheviks” (1907). MIA

—, “Left-Wing” Communism — An Infantile Disorder (1920). MIA

[12] V. I. Lenin, “The Dying Autocracy and New Organs of Popular Rule” (1905). MIA

—, “Socialism and Anarchism” (1905). MIA

—, “A Tactical Platform for the Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

[13] Krupskaya şunları söylüyor: “Bu konuda onlarca örnek verilebilir. İlyiç saldırıya uğradığında sert cevap verirdi, bakış açısını güçlü bir biçimde savunurdu, ama yeni sorunlarla uğraşılması gerektiğinde muhalifleriyle işbirliği kurar, dün hasım olduğu kişiye yoldaşmışçasına yaklaşırdı. Bu konuda özel bir çaba da göstermezdi.” — Nadezhda Krupskaya, “The Years of New Revolutionary Upsurge 1911-1914,” Reminiscences of Lenin (1960). MIA

[14] Lars Lih, 1908’de Brüksel’de iken Georgy Solomon’la gerçekleştirdiği hararetli bir tartışmadan söz ediyor. Sosyal demokratların meclisteki rolüyle ilgili kelâm eden Lenin öfkeleniyor ve sert, polemiğe yönelik bir dili benimsiyor. Söyledikleri karşısında kırılan Solomon o günle ilgili şunu aktarıyor: “Tartışma sonrası Lenin döndü ve bana sarılıp ‘tartışma sırasında dilimden dökülenleri sakın kişisel alma’ dedi. […]. (Benzer türde özür cümlelerine Lenin’in mektuplarında da rastlıyoruz.) Lenin o saldırı birey olarak Solomon’a değil, tüm şüphecilere, pesimistlere ve yenilgiyi kabul etmişlere yönelik olarak gerçekleştirmemişti.” — Lars T. Lih, Lenin (2011), Londra: Reaktion Books, s. 110. Reaktion

[15] V. I. Lenin, What Is To Be Done? Burning Questions of Our Movement (1902). MIA

[16] Lars T. Lih, Lenin Rediscovered: What Is to Be Done? in Context (2008) [2005], Şikago: Haymarket, s. 489-553.

[17] Krupskaya şunları aktarıyor: Lenin ölene dek parti kongrelerini hep çok önemli gördü. En yüce otorite olarak gördüğü parti kongresinde kişisel olan her şeyin bir tarafa bırakılması, hiçbir şeyin gizli kalmaması, her şeyin açık ve dürüstçe ortaya konulması gerektiğini düşünüyordu.” — Nadezhda Krupskaya, “The Second Congress (July-August 1903),” Reminiscences of Lenin (1960). MIA

[18] V. I. Lenin, “To The Editorial Board of the Central Organ of the R.S.D.L.P.” (1903). MIA

—, “What We Are Working For (To the Party)” (1904). MIA

—, “Party Discipline and the Fight Against the Pro-Cadet Social-Democrats” (1906). MIA

—, “Report of the C.C. of the R.S.D.L.P. to the Brussels Conference and Instructions to the C.C. Delegation” (1914). MIA

—, “What Next? On the Tasks Confronting the Workers’ Parties with Regard to Opportunism and Social-Chauvinism” (1915). MIA

21 Nisan 2024

,

Hayfa’nın Araplardan Arındırılması


Hayfa’da yürütülen operasyonlara onayı veren, David Ben Gurion’un kurduğu Danışma Komitesi’ydi. Başlatan o değildi ama arkasındaki destek, komiteye aitti. Komite, sonrasında İsrail devletine güvenlik, strateji ve özelde Filistinliler genelde Arap dünyasına karşı yürütülecek politikalar konusunda danışmanlık hizmeti verdi.

Şehirdeki Arap nüfusu, Aralık ayından önce terörize edilmeye başlanmıştı. Bu baskının neticesinde, Filistinliler içerisinde imtiyazlı konumda olanlar, şehir sakinleşene dek Lübnan ve Mısır’daki evlerine çekildiler. Bu kategoriye girip de şehri terk edenlerin sayısı konusunda tarihçiler farklı sayılar veriyorlar. Şehri terk edenlerinin sayısının 15 ilâ 20 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.[1]

12 Ocak 1948 günü şehir halkının liderlerinden olan, Arap Bankası’nda müdürlük yapan ayrıca şehirdeki ulusal komitede görev alan Ferid Saad, Arap Yüksek Komitesi sekreteri Dr. Hüseyin Halidi’ye ümitsiz bir ifadeyle şu telgrafı çekti: “Yahudilerin gerçeği bilmemesi en hayırlısı.”[2] Burada bahsi edilen gerçek, Filistin’deki seçkin ailelerin iradesinin Yahudilerin bir ay boyunca sürdürdükleri saldırı sonucunda kırılmış olmasıyla ilgiliydi.

Oysa zaten Yahudiler, şehirde olan bitenden haberdarlardı. Danışma Komitesi, Aralık ayında zengin ve imtiyazlı kesimin şehri terk ettiğini, Araplara silâh gelmediğini, Arap hükümetlerinin tahrik edici savaş diline başvurup eylemsizliklerini ve Filistinlilerin yanında durarak sürece müdahale etme konusundaki isteksizliklerini gizlediklerini gayet iyi biliyordu.

Zenginlerin şehri terk etmesi, Hayfa’daki 55 ilâ 60 bin kadar Filistinlinin lidersiz kalması anlamına geliyordu. Şehirdeki silâhlı Arap gönüllü sayısı da çok azdı. Şehirde halk, Nisan 1948’de Yahudi güçlerinin insafına terk edilmişti. Tüm bu gelişmeye, şehir halkının güvenliğinden ve esenliğinden kâğıt üstünde sorumlu olan İngiliz birliklerine rağmen tanık olunmuştu.

Şehir civarında Yahudilerin yürüttüğü operasyonun bu aşamasına “Makas” (Misparayim) ismi verildi. Bu isim, operasyonun çift taraflı kuşatmayı aynı zamanda şehirle civarındaki Filistinli yerleşimleri arasındaki bağın kesilmesi işlemini içerdiği anlamına geliyordu.

Tıpkı Tiberyas (Taberiye) gibi Hayfa da BM planında Yahudi devletine verilmişti: ülkedeki tek önemli limanın Yahudi kontrolüne bırakılması, BM’nin barış teklifinde Filistinlilere adillikten uzak bir anlaşma önerildiğinin kanıtıydı. Yahudiler, liman kentini istiyorlardı ama buradaki 75.000 Filistinliyi istemiyorlardı. Nisan 1948’de onları gönderme hedefine ulaştılar.

Filistin’in ana limanı olarak Hayfa, aynı zamanda İngiliz birliklerinin çekileceği tren hattının son istasyonuydu. İngilizlerin Ağustos’a kadar kalması bekleniyordu, ancak Şubat 1948’de gidiş tarihlerini Mayıs’a çektiler. Epey kalabalık olan İngiliz askeri birlikleri, hâlen daha şehirdeki asayişi sağlama konusunda hukuki, kimilerine göre, ahlaki yetkeye sahiplerdi. Askerlerin Filistin’de yapıp ettikleri, sonrasında birçok İngiliz siyasetçisinin de kabul ettiği biçimiyle, Ortadoğu’da Britanya İmparatorluğu’nun tarihinde en utanç verici kesit olarak kayda geçti.[3]

Yahudilerin şehirdeki halkı terörize etme, korkutma amacı güden harekâtı Aralık ayında başladı. Bu harekâtta şehir, yoğun biçimde bombardımana tabi tutuldu, keskin nişancılar halka ateş açtı, dağın eteklerinden benzin ve yağ dökülüp yakıldı, şehrin çeşitli yerlerine patlayıcılar yerleştirildi. 1948’in ilk ayları boyunca devam eden saldırılar, Nisan ayının başlarında iyice yoğunlaştı. Taberiye’deki Filistinlilerin zorla şehirden kovulduğu 18 Nisan 1948’de İngilizlerin Kuzey Mıntıkası komutanı olarak atadığı Tümgeneral Hugh Stockwell, Hayfa’ya yerleşti, şehirdeki Yahudi ileri gelenlerini ofisinde topladı ve onlara iki toplum arasında bir tür tampon bölge olarak işgören İngiliz askerlerinin iki gün içerisinde bulundukları yerleri terk edeceğini söyledi. Yahudi güçlerinin elli binden fazla Filistinlinin yaşadığı bölgelere doğrudan saldırmalarına ve oraları ele geçirmelerine tam da bu “tampon” denilen güç mani oluyordu. Hayfa’nın Araplardan arındırılması süreci için yol bu şekilde açılmış oldu.

Şehrin Araplardan arındırılması görevi, Yahudi ordusunun en üst birimlerinden biri olan Karmeli Tugayı’na verildi. Tugay, Arap-İsrail savaşı sırasında, 22 Şubat 1948 günü kurulmuştu. (Bir de Kiryati denilen, daha düşük kaliteli tugaylar vardı. Bu Kiryati, Yahudi Araplardan oluşuyordu ve sadece yağma gibi pek cazip olmayan görevlerde kullanılıyordu. “Kiryati” kelimesi, İsrail belgelerinde “insanlık vasfı yetersiz” olarak tarif ediliyor.)[4]

Karmeli Tugayı’na mensup 2.000 kadar asker, karşılarında düşük kalite silâhları ve sınırlı cephanesi olan, önemli bölümü Lübnanlı gönüllülerden ve şehir halkına mensup kişilerden oluşan, teçhizatı yetersiz 500 kişiyi buldu. Yahudi tarafında üstelik zırhlı araçlar ve havanlar vardı.

İngiliz bariyerinin kaldırılması ile birlikte Makas Operasyonu yerini Hamurdan Arındırma (bi‘ur hametz) operasyonuna bıraktı. İbranicede bu terim, topyekûn temizliği ifade ediyordu. Burada Yahudi dinine ait bir uygulamaya atıfta bulunuluyordu. Hamursuz Bayramı süresince ekmek pişirmek veya unlu herhangi bir şey üretmek yasak olduğu için Yahudiler, bu bayramın arifesinde evlerinde ekmeğe veya una dair her türden izi ortadan kaldırıyorlardı.

Ekmek ve un olarak görülen Filistinliler, Hayfa’nın arındırılması sürecinde her türden zulümle yüzleştiler. Hamursuz Bayramı’ndan bir gün önce, 21 Nisan günü katliam başladı.

İngiliz komutan Stockwell, Yahudilerin Filistinlilere saldıracaklarını önceden biliyordu. Aynı gün şehirdeki Filistinli liderleri fikirlerini almak için yanına çağırdı. Stockwell’in ofisine o sabaha gelen dört bitkin adam da esasen o günlerde lider vasfı kazanmıştı. Hiçbirisi de böylesine tarihi bir momentte resmi düzeyde liderlik edecek konumda değildi.

Filistinli liderler ve Stockwell arasında önceden gerçekleşmiş olan yazışmaların da gösterdiği üzere, liderler, Stockwell’i kanunun ve şehirdeki düzenin koruyucusu görüp ona güvenmişlerdi. İngiliz subayı, onlara halkının şehri terk etmesinin daha iyi olacağını söyledi. Oysa o şehir, on sekizinci yüzyılın ortalarından beri aileleriyle birlikte yaşayıp çalıştıkları yerdi. O dönemde Hayfa, modern bir şehir olarak öne çıkmaktaydı. Stockwell’i dinledikçe bu liderlerin komutana olan güvenleri azaldı, bu insanlar anladılar ki kendi toplumlarını koruyamayacaklar, bu nedenle kendilerini en kötüsüne hazırladılar: madem İngilizler Filistinlileri korumayacak, o vakit Filistinliler şehirden kovulmaya mahkûmdu.

Liderler, Stockwell’e süreç gerekli şekilde organize edilmesi durumunda şehri terk edeceklerini söylediler. Karmeli Tugayı ise Filistinlileri yıkım ve katliamla şehirden kovmak için elinden gelen her şeyi yaptı.[5]

İngiliz komutanla buluşmaya giderken bu dört adam, yolda Yahudilerin megafonlarla Filistinli kadınları ve çocukları şehri terk etmeye zorladıklarını gördü. Artık çok geçti. Şehirde megafonlardan birbiriyle çelişen cümleler, mesajlar işitiliyordu. Bir yandan şehrin Yahudi belediye başkanı, esasen düzgün bir insan olan Şabtay Levi, halktan şehirde kalmalarını istiyor, ona kimsenin zarar görmeyeceğini söylüyordu.

Ateş emrini Levi değil, Karmeli Tugayı’nda operasyon subayı olarak çalışan Mordehay Maklef verdi. Etnik temizlik sürecini bizzat Maklef yönetti. Askerlere verdiği emir açık ve netti: “Karşınıza çıkan tüm Arapları öldürün. Ateşe verilebilecek her şeyi yakın, kapıları patlayıcılarla patlatın.” (Sonrasında Maklef, İsrail’de genelkurmay başkanı oldu.)[6]

Bu emirlerin uygulanması ile birlikte Hayfa’daki binlerce savunmasız Filistinlinin yaşadığı 1,5 kilometrekarelik alandaki terör saldırılarıyla ve oluşan şokla birlikte herkes, eşyasını bile toplayamadan, ne yaptığını bile bilmeden, şehri terk etmeye başladı. Filistinliler, o panikle limana koştular. Burada kenti terk etmelerini sağlayacak bir gemi ya da tekne bulmayı umuyorlardı. Kaçmalarının hemen ardından Yahudi askerler evlere girip her şeyi yağmaladılar.

Üst düzey Siyonist liderlerden biri olan Golda Meir, Hayfa’yı birkaç gün sonra ziyaret ettiğinde yaşadıklarını aktarırken, o evlere girdiğinde içini kaplayan korkudan bahseder. İnsanlar, masalarında yemeklerini bırakarak, çocuklar oyuncaklarını, yerlerdeki kitaplarını almadan kaçmışlardı. Sanki hayat bir anda donmuş gibiydi.

Meir, Rusya’daki pogromlardan kaçıp ABD’ye yerleşmiş olan bir aileye mensuptu. Filistin’e ABD’den gelmişti. Hayfa ziyaretinde gördükleri, ona onlarca yıl önce Rusların Yahudilere uyguladığı vahşet konusunda ailesinin kendisine anlattıklarını anımsatmıştı.[7] Ama görünen o ki bu bilinç, kendisinin ve arkadaşlarının Filistin’de uygulayacakları etnik temizliğe devam etme kararlılığına hiçbir şekilde halel getirmemişti.

22 Nisan gününün şafağında insanlar sel gibi limana aktılar. Sokaklar, kurtulmak için çabalayan insan kalabalığı ile doluydu. Arapların bizzat atadıkları liderler, bu kaotik sahneyi biraz olsun düzene sokmaya çalıştılar. Megafonlarla bağırılıyor, insanlardan limanın yanındaki eski pazar yerinde toplanmaları ve denizden tahliye işlemi düzene sokulana dek bir yere sığınmaları isteniyordu. Megafonlardan “Yahudiler Stanton yolunu işgal etmişler, buraya geliyorlar” deniliyordu.

Savaş esnasında yaptıklarının kaydını tutan Karmeli Tugayı’nın savaş kitabında, yaşananlara dair pişmanlık ifadesi içeren tek bir cümleye bile rastlanmıyordu.

Subaylar, insanlara liman kapısının yanına toplanmalarının tavsiye edildiğini biliyorlardı. Bu sebeple, askerlerine pazar yerini ve limanı gören dağın eteğine üç inçlik havan topu yerleştirmeleri emri verdiler. Bugün burada Rothchild Hastanesi bulunuyor. Sonrasında, aşağıdaki kalabalığa havan mermileriyle ateş açıldı. Bu plan sayesinde insanların düşünmek için bir saniye bile vakit bulamamaları ve kaçışın sadece tek yönde gerçekleşmesi istenmişti. Filistinliler, pazar yerinde, Osmanlı’dan kalan ama İsrail Devleti’nin kurulması sonrası, tanınmanın ardından yıkılan beyaz kemerli bir kubbenin altında toplandıklarından, Yahudi askerler için kolay birer hedef hâline geldiler.[8]

Hayfa pazarı, limanın ana kapısından yaklaşık yüz metre uzaklıktaydı. Topçu atışı başladığında, burası Filistinlilerin panikle kaçacakları yerdi. Kalabalık, kapıyı tutan polisleri kenara iterek zorla limana girdi. Çok sayıda insan, limana demirlemiş teknelere binip kentten kaçmaya başladı. Kısa süre önce o günkü saldırılardan kurtulanların yayımlanan anılarından, sonrasında yaşanan korkunç gelişmeleri öğrenmek mümkün. Birinde şunlar söyleniyor:

“İnsanlar, dostlarını, kadınlar kendi çocuklarını çiğnemek zorunda kaldı. Limandaki tekneler, kısa bir süre sonra yük gemisi misali dolup taştı. Kalabalık, korkunç düzeydeydi. Birçoğu, alabora olup yolcularıyla birlikte battı.”[9]

Bu korkunç kıyımın ve saldırının haberi Londra’ya ulaşınca İngiliz hükümeti, bazı görevlilerini harekete geçirdi. İngilizler, Filistin’deki eylemsizliklerinin yol açtığı felâketin büyüklüğünü belki de ilk kez idrak ettiler.

İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, komutan Stockwell’in tavrına kızarken, imparatorluk genelkurmay başkanı, yani Stockwell’in patronu olan Feldmareşal Montgomery, onu savundu.[10] Hayfa’daki Filistinli liderlerin son demde Stockwell’e gönderdikleri mektup süreç konusunda çok şey anlatıyor:

“İngiliz makamlarının anlayışsızlık gösterip, yaralılara yardım göndermeyi rica etmelerine rağmen göndermemeleri, bizi fazlasıyla üzmüş, kahretmiştir.”[11]

Ilan Pappe

[Kaynak: The Ethnic Cleansing of Palestine, Oneworld Publications, 2006, s. 92-96.]

Dipnotlar:
[1] Bkz.: Simcha Flapan, The Birth of Israel: Myths and Realities, (New York: Pantheon Books), s. 89–92.

[2] İsrail istihbaratının eline geçen bu telgrafı Ben Gurion günlüğünün 12 Ocak 1948 tarihli bölümünde aktarıyor.

[3] Bkz.: Rees Williams, the Under Secretary of States statement to Parliament, Hansard, House of Commons Debates, Cilt. 461, s. 2050, 24 Şubat 1950.

[4] Sonradan Golda Meir’in danışmanlığını yapacak olan İsrail Galili’nin yardımcısı Arnan Azaryahu’nun aktardığına göre, yeni kurulan birlik Ramat Gan’a taşınınca Yigael Yadin, Kiryati mensuplarının sahayı korumamalarını istedi. Maqor Rishon, “mülâkat”, 21 Mayıs 2006.

[5] Walid Khalidi, ‘Selected Documents on the 1948 War’, Journal of Palestine Studies, 107, Cilt. 27/3 (Bahar 1998), s. 60–105. Bu çalışmada Halidi, hem İngilizlerin telgraf ve mektuplarından hem de Arap komitesinin telgraf mektuplarından istifade ediyor.

[6] Hagana Archives, 69/72, 22 April 1948.

[7] Central Zionist Archives, 45/2 Protocol.

[8] Yayına Hz.: Zadok Eshel, The Carmeli Brigade in the War of Independence (Tel Aviv: Ministry of Defence Publications, 1973), İbranice, s. 147.

[9] Walid Khalidi, ‘Selected Documents on the 1948 War’.

[10] Montgomery of Alamein, Memoirs, (Londra: Collins, 1958), s. 4534.

[11] Walid Khalidi, ‘The Fall of Haifa’, Middle East Forum, XXXV, 10 (Aralık 1959), Hayat, Saad, Muammer ve Kussa’nın 21 Nisan 1948 tarihli mektubu.