29 Haziran 2015

Şeyh Said Mülâkatı

Şeyh Said’in idam edilmeden kısa bir süre önce
Zaman ve Akış gazetesinde yayınlanmış röportajından bir bölüm:


Şeyh Efendi, sen bu ayaklanmanın önderi olduğunu inkâr edebilir misin?

Ne için ve kime karşı inkâr edeyim ki? Ben bu isyanın tam içindeyim, ne gerisinde ne de ilerisindeyim.

Ne ilerisinde ne de gerisinde olduğunu belirtiyorsun. Bu ne anlama gelir? Açabilir misin?

Benden evvel bu mücadeleye başlayan oldu. Ben de aynı isteklerle bu ayaklanmayı sürdürdüm. Bundan sonra da bu isteklerle yeni ayaklanmalar er geç olacak. Bunu o anlamda söylüyorum.

Sen şeyhsin ve ruhani bir âlimsin. Müslüman kanının dökülmesi dine göre doğru muydu?

Siz siyasi haklarımızı güven içinde bize vermediniz. Dine göre başkasının haklarını zorla ihlal etmek en büyük dinsizliktir. Kürtler kendi hukuksal hakları için, siyasi ve hukuksal haklarını elde etmek için mücadeleye atılmak zorunda kalmıştır. Eğer siz haklarımızı ihlal etmeseydiniz ve istemlerimizi kurşunla karşılamasaydınız, bu olaylar vuku bulmazdı. Biz katliama tabi tutulmuş ve hiçbir hakkımız kalmamışken sizin hatırınıza din gelmedi. Biz hakkımızı isterken ve zorunlu olarak kendimizi ve hukukumuzu savunurken din sizin hatırınıza geliyor. Burada din mukayesesi olmaz.

Neden bazı isyancı arkadaşların bu gerçeği inkâr ediyor?

Kendi haklı davaları için mücadele edip de sonra inkâr ediyorlarsa burada sizin düşünmeniz lazım. Onlar sizden korkabilirler. Ancak milletin, halkın ve tarihin hükmünden korktuklarını sanmıyorum.

Bizce siz İngilizlerin parasal destek ve telkinleriyle kışkırtılarak bu ayaklanmaya kalktınız. Ne dersin?

Susayan bir zatın başkasının talimatıyla su içmeye ihtiyacı olamaz. Susayan insan tereddütsüz su içer. Barutsuz silah da ses vermez. Bu, sadece propaganda amaçlı ortaya atılan boş iddialardır.

Sen ve siyasi arkadaşların diplomatik bir yöntemle Türk hükümetinden bu haklarınızı istemek yerine neden savaşa başvurdunuz?

Bizim askerlerimiz Anadolu’ya gelmedi. Siz seferberlik ilan ederek askerlerinizi bizimle savaşmak üzere gönderdiniz. Katliamdan geçirilen Türk çocukları ve insanı değil. Kürt çocukları, kadınları, yaşlıları ve Kürt insanıdır. Bizim ahlakımızda başka milletlere düşmanlık yoktur. Bizde olan bu ahlakı biz sizden görmedik. Nasıl ki Lozan’da tüm haklarımız bir çırpıda yok edildi, insaf ve edep ölçüleri ortaya konuldu ve görüldü ki mazlum halkların masum istekleri sadece istemekle verilmiyor. Bu nedenle haklarını alması gerektiği ortaya çıkıyor.

Bu cevapların gösteriyor ki sen işlediğin suçlardan pişmanlık duymuyorsun ve hâlâ aynı fikirlerini muhafaza ediyorsun.

Her kim ki kendine karşı samimi ise doğru ve dürüst yolundan ayrılmaz. Ben ve bizlerin de yolumuzdan ayrılmamız için bir neden yoktur.

20 Haziran 2015

Charleston'da Beyaz Terörizmi


Beyaz bir adam, Güney Karolina’daki bir kilisede dokuz kişiyi vurup öldürdü. Ertesi gün rüzgârda devletin müttefik bayrağı dalgalanıyordu. Beyaz adam gözaltına alındı. Kendisine kurşungeçirmez bir kevlar ceket verildi.

2015 ABD’sine hoş geldiniz.

17 Haziran 2015’te Charleston’da yaşanan zulüm, bugün Amerika’daki siyahların hayatının sahip olduğu değeri örnekliyor. Dylann Roof’un işlediği suç nefretle karşılandı. O, dokuz kişiyi soğukkanlılıkla katletti. Ama Amerika’daki siyahlar ve hayatlarına ait daha geniş bir bağlam dâhilinde düşünüldüğünde, Roof’un saldırısı beyaz terörizminin başka bir örneğidir.

Siyah Amerikalıların günbegün tecrübe ettikleri şiddet ışığında bile bakılsa, Güney Karolina’daki saldırı şok edicidir. Bir kilisede dokuz masum insanı silâhla vurup öldürmek her türlü sınırın ötesinde bir eylemdir. Burada hatırlamakta fayda var. Bu suç her ne kadar suçu işleyenin kayıtsızlığı ve soğukkanlılığı noktasında dikkat çekici olsa da ve hikâyenin paylaşılması için birkaç insanı canlı bırakması onun aşırı kötü bir pislik olduğunu gösterse de, bir siyahın bir beyaz adam eliyle öldürülmesi Amerika’da asla bir anormallik değildir.

Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi, Afrika kökenli yurttaşları ölümle tehdit eden beyaz Amerika’nın mevcut kayıtsızlığına dönük doğrudan bir tepkidir. Hareketin adı fiilî gerçeğe yönelik reaksiyonu ifade etmektedir. Siyah Amerikalılar kullanılıp atılacak bir mal gibi muamele görmektedirler. Amerika’daki siyah halkın hayatının önemli olduğunun kabulüne dönük çağrı yapan bir hareketin ortaya çıkması bir gerekliliktir, zira her momentte onların hayatlarının önemli olmadığına dair deliller ortaya çıkmaktadır.

Haber kanallarında ve gazetelerde siyahlar kriminalize edilmekte, popüler kültürde daha az arzulanılan kişiler olarak muamele görmekte, sinema ve televizyon dünyasında ağırlıklı olarak kriminal unsurlar olarak takdim edilmektedirler. Tüm Amerikalılara siyahları tehditkâr, yabancı ve tehlikeli olarak görmeleri yönünde telkinlerde bulunulmaktadır.

İşte asıl terörizm budur.

Siyah Amerikalılar, uyduruk sebeplere binaen katledilmektedirler. Onlar çocukken oyuncak tabancalarla oynayan kişiler olarak takdim edilmektedirler. Gürültülü müzik dinlemektedirler. Sokaklarda sigara satmaktadırlar. Polislerden kaçmaktadırlar. Havuz partilerinde takılmaktadırlar. Kiliselere gitmektedirler. Bu izlenimler üzerinden beyazlara siyahların bir ölüm ya da şiddet tehdidi olduğu öğretilmektedir.

İşte bu terörizmdir.

Beyaz Amerikalılar, derilerinin renginden ötürü durdurulma korkusu olmadan arabalarını kullanabilmekte, sokakta durdurulup üst aramasına kalma korkusu olmaksızın yürüyebilmektedirler. Oysa bunlar Siyahlar için mümkün değildir. Beyazlar gidip bir polisten yardım isteyebilir, ona yol sorabilir. Siyahlarsa aynı şeyi yapsalar ölüm ihtimaliyle yüzleşebilirler.

İşte bu terörizmdir.

Terörizm, saldırı düzenlediği toplulukların içerisine korku salan ve onu etkileyen, toplumların standart fiilî yaşam prosedürlerini değiştiren politik ve sosyal şiddet ve baskının adıdır. Siyahların Amerika’da statik bir standart fiilî prosedürü mevcut değildir. Onların davranışı tehditler ve gözdağı karşısında sürekli değişmek zorundadır. Siyah toplumu için kilise bile kendisini güvende hissedeceği bir yer değildir. Bu, 1963’te ve doksanlarda olduğu gibi 2015’te de böyledir.

Beyaz terörizminin sebebini basit ve temel bir cümleyle izah etmek mümkündür. Milli beyaz Amerikan bilinçaltında siyahların eşit muamele görmesine izin vermeyi kesinlikle reddeden sosyopatik bir yan mevcuttur. Bu noktada beyazlar, fiilî beyaz üstünlükçülüğünü sürdürmek için eldeki her türden aracı kullanacaklardır. İç Savaş’ın sona ermesi ardından kölelerin özgürleşmesine tepki olarak Ku Klux Klan işte bu yüzden kurulmuştur. Köleliğin sona ermesi ardından başlayan, siyahların terörize edilmesi süreci bugün hâlâ devam etmektedir.

İster kabul edelim ister etmeyelim, gerçek şudur: beyaz Amerikalıların mevcut konumu ancak terörle sürdürülebilir. Dylann Roof’un masum siyahları katleden sosyopatik katil olarak sunulan görüntüsü, üzerindeki kurşungeçirmez ceketle kibarca polis otosunu bekleyen bir kişinin görüntüsüne tam da bu sebeple dönüştürülmüştür. İşlediği suç, ülkeyi esasında fazla tantanalı olduğu için şoke etmiştir. Haber kanalları işledikçe millet gene Siyahların Hayatı Önemlidir hareketini görmezden gelecek, Amerika’da ırklararası ilişkiler meselesi ve beyaz terörizm gene arka plana atılacaktır.

Ve bu süreç elbette tüm kaçınılmazlığıyla benzer bir olay yaşanana dek devam edecektir.

Eoin Higgins
19 Haziran 2015
Kaynak

19 Haziran 2015

Charleston Katliamı ve Beyaz Üstünlükçülüğün Şeytanlığı


Kuzey Karolina-Charleston merkezli olarak yayın yapan Atlantic sitesinin yazarı Matt Ford’a göre, bu kentte bulunan, silâhlı bir beyazın dokuz kişiyi katlettiği kilise,

“Güney Baltimore’un en eski siyah kilisesi ve ABD’deki en önemli siyah cemaatlerinden birine sahip. Emanuel Afrikan Metodist Piskopos Kilisesi’nin tarihi, Charleston’daki Afro-Amerikanların hayatı ile derinlemesine bir ilişki içerisinde. Cemaatin kurucularından biri olan Denmark Vesey, Güney Karolinada iç savaş öncesinde yaşanan kitlesel bir köle isyanını örgütlemeye çalışma suçundan 1822de idam edilmiş olan eski bir köle. Bir biçimde bastırılan ayaklanmaya tepki olarak beyaz Güney Karolinalılar kiliseyi yakıp kül etmişler. Diğer siyah kiliseleri ile birlikte 1834te kapatılmış. Kilise, 1865te yeniden örgütlenmiş ve kısa süre içerisinde Denmark’ın oğlu Robert Veseynin tasarladığı yeni binaya yerleşmiş. Şimdiki bina ise 1891de inşa edilmiş. Bu kilise, insan hakları mücadelesinde bugüne dek öncü bir rol oynamış.

Denmark Vesey, Amerika’nın ırkçı terörünün o uzun tarihinde en fazla öne çıkan isimlerden birisi. Katil, sadece Vesey’nin kilisesini değil, onun ölüm yıldönümü olan günü de bilinçli olarak seçmiş. Eldeki bölük pörçük deliller üzerinden beyaz Charlestonlılar, 1822de Veseynin isyanının tam olarak 16 Haziran Pazar gece yarısından, 17 Haziran Pazartesiye döndüğü an olduğuna inanmaya başlamışlar. Sonrasında da Veseynin kilisesini komplonun merkezi olarak tanımlamışlar.

O hafta sonu beyaz milisler hem azat edilmiş kölelerden hem de hâlihazırda köle olanlardan onunu tutuklamaya başlamış, ertesi gün ise daha fazlasını tutuklamış. Azat edilmiş bir köle olan Vesey 22 Haziranda yakalanmış. İşkenceyi tarif etmek için kendilerince belirli örtmecelere başvurma konusunda teröre karşı savaş”ın icracıları yalnız değiller. Charleston’lı bir memur, yakalananların maruz kaldıkları soruşturmaları o günlerde şu şekilde anlatmış: Bu fesadın kökünü kurutmak için hangi tecrübenin ya da ustalığın devreye sokulduğunun bir önemi yok.

Ardından hızlı bir yargılama ve suçlu olduğuna dair hüküm ardından Vesey ve beş arkadaşı 2 Temmuzda asılmış. Bu olayı başka tutuklamalar ve idamlar izlemiş. Büyük kalabalıklar önünde tam 35 kişi idam edilmiş.

Tarihçi Ira Berlin, Vesey’nin hayatı hakkında şu özet bilgiyi veriyor:

“Gerçekten anlatmaya değer bir hikâye bu. Milyonlarca genç Afrikalıdan biri 18. yüzyılda Atlantic köle pazarında satılmış, sonrasında Denmark ismini alan genç, Kaptan Vesey’nin komutasındaki 400 köle taşıyan gemiden, ‘güzelliği, açıkgözlülüğü ve zekâsı’na istinaden sökülüp alınmış. Vesey genci kamarasına almış, ona okuma-yazmayı öğretmiş, onun ticareti ve başka konuları öğrenmesini sağlamış. […] Kaptan ve kölesi, nihayetinde Kuzey Amerika kıtasının en büyük köle limanı olan Charleston kentine yerleşmiş. Burada Kaptan Vesey, saygın bir adam olarak emekli olmuş ve o rahat hayatını sürdürmüş. Kazancının önemli bir bölümünü bu kölesinin desteğiyle elde etmiş. Onu başkalarına kiralamış. […] Denmark, kölelikten özgürlüğe adımını atmış […] ama Charleston’da giderek büyüyen özgür siyahlar cemaatine katılmamış. Melez ırksal kökenlerine ihanet etmiş açık tenli bu zanaatkârların ve tüccarların gözü efendiler sınıfının imtiyazlarındaymış. Bu efendilerin duruşuna, konuşma tarzına ve değerlerine, hatta köle sahibi oluşlarına imrenmişler. İçi geçmiş bir üslup içerisinde özgürmüş gibi yapma konusunda asla tatminkâr olmayan Vesey’nin hoşnutsuzluğu giderek büyümüş. Arka sokaklardaki meyhanelerde ve haftalık İncil sınıflarında kutsal metinlere, Bağımsızlık Bildirgesi’ne, hatta cemaat içi tartışmalara atıfta bulunarak, bir gasp suçu olduğunu söylediği köleliği kınayıp durmuş. Esareti kabul edenlerin ve beyazlara boyun eğenlerin köle olmayı hak ettiklerini söyleyerek onları küçümsemiş. Bu öfkeli yaşlı adam, tehditler savurmadığı insanlar arasında bile korku salar olmuş. Vesey, köleliğin ancak silâhla son bulabileceğine inanmaya başlamış ve başarılı bir ayaklanmanın paramparça olmuş siyah halkın birleştirilmesi üzerinden mümkün olacağına inanmış. Özgür ama asimilasyoncu zencileri bir kenara atarak, siyah toplumun diğer unsurlarının bir araya getirilebileceği fikrine ulaşmış. Hıristiyanlığa bağlı olanlara İncil’den alıntılar yaparak seslenmiş. İktidarın önemli olduğunu bilenlere, beklemede olan Haitili askerlere çağrıda bulunmuş. Ruhani dünyadan korkanlarla temas kurmuş. Herkesçe Gullah Jack olarak bilinen Jack Pritchard harekete katılmış. Bu bıyıklı, kavruk adam Afrikalıların dinî pratiklerine hâkim bir büyücü imiş. Bu özelliği onun Charleston’ı kuşatan plantasyonlarda yaşayan köleler arasında baş üstünde tutulan bir kişi olmasını sağlamış. Bir yandan köle mahallesinden, zanaat atölyelerinden insanları saflarına kazanırken bir yandan da efendilerin malikânelerinde çalışan isimleri örgütlemiş. Öyle ki Güney Karolina valisinin şahsî hizmetçisi bile harekete katılmış. Vesey, programını yürürlüğe sokana dek insanları tatlı dille, güzel sözlerle, gururlarını okşayarak ya da zorla örgütlemiş.”

Berlin’in yazdığına göre, “beyaz köle sahipleri Denmark Vesey’yi darağacına göndermişler ve isimsiz bir mezara gömmüşler ama tarihsel açıdan onun unutulmasını sağlayamamışlar. […] Eski köle sahipleri inkâr etseler bile, eski köleler onun hatırasını diri tutmuşlar. Bugünse şu çok açık: Denmark Vesey’nin daha fazla toprağın altında kalması artık mümkün değil.”

Belki de başkaları da hatırlıyordur onu. Belki de yeni tıraş olmuş, saman sarısı saçları olan, gri bir svetşört, kot pantolon ve Timberland bot giymiş 21 yaşındaki beyaz adam, Vesey’nin kurduğu cemaate saldırıp dokuz kişiyi katletmek için Vesey’nin sonuç alınamayan o isyanının yıldönümünü tesadüfen seçmiştir.

Ya da belki de tarih, o beyaz üstünlükçülük ile birlikte, belirgin bir şeytanlık içerisindedir.

Greg Grandin
18 Haziran 2015
Kaynak

16 Haziran 2015

,

Mursi'ye İdam Cezası



Bir Mısır mahkemesi Salı günü, 2011 ayaklanması esnasında polise yönelik saldırılar ve hapishanelerden gerçekleşen firar olaylarını örgütleme suçuna istinaden, devrik cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi ölüm cezasına çarptırdı.

Bu karar, istişarî bir role sahip bulunan, şeriat konusunda hükümete yorumlar sunan Mısır başmüftüsünün danışmanlık yaptığı mahkemece verildi.

Mahkeme, ilk başta Mursi’yi ve yüzden fazla destekçisini geçen ay ölüm cezasına çarptırmıştı.

Mursi’ye ölüm cezası veren kararın açıklanmasından sadece birkaç saat sonra başka bir Mısır mahkemesi de Mursi’ye ömür boyu hapis cezası verdi. Cezanın gerekçesi, Mursi’nin Filistinli grup Hamas, Lübnanlı militan grup Hizbullah ve İran için casusluk yapması.

Casusluk suçlamasıyla ilgili olarak mahkeme ayrıca 16 destekçiye ölüm cezası verdi. Cezaların verilme sebebi, bu kişilerin 2005-2013 arası dönemde gizli belgeleri yurtdışına çıkartmasıydı.

Mısır’da ömür boyu hapis cezası 25 yıl. Mursi’ye Salı günü verilen cezanın temyiz yolu açık ama ölüm cezasının değil.

Ordunun devirdiği Mursi, Mısır’ın ilk demokratik yollardan seçilen cumhurbaşkanıydı. Mursi, bir yıllık kimi ihtilaflara yol açan yönetimi ardından Temmuz 2013’te devrilmişti.

2012’de cumhurbaşkanı iken göstericilere şiddet uygulama suçu üzerinden yargılandığı ayrı bir davanın sonucunda 20 yıla çarptırılmıştı.

Ölüm cezasına çarptırılan 16 destekçisinden sadece üçü tutuklu, bunlardan biri de Müslüman Kardeşler’in finansörü Hayrat Şatir.

Mahkeme, Mursi’nin yanı sıra Müslüman Kardeşler’in ruhani rehberi Muhammed Bedii ve 15 kişiyi de ömür boyu hapis cezasına çarptırdı. Aralarında cumhurbaşkanının emir subayının da bulunduğu üç destekçi ise yedi yıl hapis cezası aldı.

35 kişinin hepsi de “devleti yıkıp kaosu yaymak amacıyla ülkede terör saldırıları gerçekleştirmek için”, 2005’ten 2013 Ağustos’una dek uluslararası Müslüman Kardeşler örgütü ve Hamas adına casusluk yapmakla suçlandı.

Mursi’nin devrilmesinden beri devlet İhvan yandaşlarını ağır bir biçimde ezdi. İnsan Hakları İzleme Komitesi’ne göre, en az 1.400 kişi öldürüldü, 40.000’den fazla kişi tutuklandı.

Birleşmiş Milletler’in “yakın tarihte beklenmedik bir durum” olarak değerlendirdiği, hızla sonuca bağlanan kitlesel yargılamalar sonucu yüzlerce kişiye ölüm cezası verildi.

Devletin baskı politikası Mübarek’e karşı 2011 isyanına öncülük etmiş seküler ve solcu eylemcileri de kapsayacak şekilde genişletildi. Polisin izin verdikleri dışında tüm gösterileri yasaklayan bir kanuna istinaden onlarca kişi hapse atıldı.

MEE
17 Haziran 2015
Kaynak

, ,

Ortadoğu’da Karanlık Komplolar


Geçen Mart ayında Suudi Arabistan’da sessizce yapılan toplantı ve İsrail ordusundan son günlerde sızan bilgiler, Ortadoğu’da savaşın yeni bir aşamaya geçip daha da genişlemesi konusunda gerekli zemini teşkil ediyor.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan’da yeni kral olmuş Kral Salman ve toplantıyı organize eden Katar Emiri, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da bir araya geldi. Toplantı, Suriye’deki Beşar Esad hükümetinin devrilmesi için işbirliği yapılması ve Riyad’ın karşı çıktığı, Ankara’nın Müslüman Kardeşler’e yönelik desteğine karşı Suudilerin salladığı savaş baltasının saklanması için gerekli fırsatı sundu.

Esad’a Nişan Almak

Anlaşma uyarınca Şam rejiminin yenilgisi öne plana alınıp, IŞİD ve El-Kaide’nin yol açtığı tehdidin savuşturulması meselesi geriye itildi, ayrıca İran’ın bölgedeki nüfuzunun bozguna uğratılması bir hedef olarak belirlendi. Ancak Türkler ve Suudiler mesele İran olunca aynı yerde durmuyorlar: Türkiye Tahran’a yönelik yaptırımların sona ermesi hâlinde doğacak iş fırsatlarına bakarken, Riyad İran’ı önemli bir bölgesel hasım olarak görüyor.

Türk-Suudi ekseni, Türk silâhlarının, bomba yapımında kullanılan malzemelerin, istihbaratın ve bunlara eşlik eden tonla Suudi parasının El-Kaide ile bağlantılı Nusret Cephesi ve Ahrar’uş Şam gibi gruplara açıktan akacağı anlamına geliyor. Bugün Nusret Cephesi de ve Ahrar’uş Şam da “Fetih Ordusu” içerisinde birleşmiş durumda.

Yeni ittifak ABD’de bir dizi uzlaşmazlığa neden oldu. Bir kesim Esad’ın devrilmesini istiyor ama bugün itibarıyla esasta IŞİD’e saldırılmasını ve İran’la nükleer anlaşmasının imza edilmesini savunuyor. Ancak bu kanaatin değişmesi muhtemel, zira Obama yönetimi içerisinde, ülkenin Suriye meselesine ne ölçüde girmek istediğine ilişkin tartışmalar ayrışmalara neden oluyor. Eğer Washington Fetih Ordusu’na uçaksavar silâhlar vermeyi kararlaştırırsa, bu, ABD’nin Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar kadar savaşın içine girdiği, Suriye’de rejim değişikliğinin ön plana geçip “teröre karşı savaş”ın ikincil bir nitelik arz etmesi anlamına gelecektir.

Amerikalılar, İslamcılara yardım etme ve onlara suç ortaklığı yapma konusunda pek endişeli değiller. ABD, Irak ve Suriye’de IŞİD’i bombalıyor, Obama yönetimi de kendisini Şam rejimi karşısında İslamcıların kampına nesnel olarak yerleştiren bir tutumla Esad’ın devrilmesi için Suriyelileri eğitiyor. Washington aynı zamanda Yemen’deki Husilere karşı yürüttükleri savaşta Suudilere de yardım ediyor. Gelgelelim Husiler, Arap Yarımadası’nda IŞİD’in ve El-Kaide’nin en etkin düşmanı. ABD, öte yandan El-Kaide’ye karşı insansız hava araçlarıyla saldırılar düzenliyor.

Görünüşe göre, Türk-Suudi ittifakı, Suriye iç savaşında farklı bir kanala girdi. Parçalı muhalefete karşı geçen yılın başında elde ettiği kimi başarıların ardından Suriye hükümeti, son birkaç ay içerisinde çok kötü yenilgiler yaşadı ve bugün Humus, Hama ve Şam ile sahil bölgesindeki desteğini savunmak için yeniden toparlanıyor. Suriye hükümeti, ülkenin yarısından fazlasını isyancılara kaptırmış olsa da hâlâ nüfusun yüzde altmışını kontrol ediyor.

Türkiye, uzun zamandır Esad karşıtı güçler için gerekli silâh, ikmal malzemeleri ve savaşçı geçişleri noktasında en önemli bir kanal oldu. Suudi Arabistan ve Ortadoğu’daki krallıkları temsil eden Körfez Koordinasyonu Konseyi’ndeki birçok müttefiki isyancılara para akıttı. Ama Suudi Arabistan, Suriye ve tüm bölge ülkelerinde önemli bir varlığa sahip bulunan Müslüman Kardeşler’i kendi krallığı için her daim bir tehdit olarak gördü.

Erdoğan’ın başında olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi de Suudilerle sürtüşme içerisinde olan İhvan’la ideolojik yakınlığa sahip. Örneğin Türkiye Mısır’da seçilmiş İhvan hükümetine karşı yapılan askerî darbeyi kınarken, Suudi Arabistan Mursi’nin devriliş sürecini öncelikle parasal açıdan destekledi, Mısır’ın ekonomisini dertten kurtarmaya dönük gayretlerini hâlen sürdürüyor.

Ama öte yandan Esad’dan kurtulma noktasında köprünün altından çok sular aktı. Türkler ve Suudiler, Suriye’de yeni ele geçirilen İdlib kentinde ortak bir komuta merkezi kurdular ve Esad muhaliflerini tek bir merkezde toplamaya başladılar.

Hizbullah’la mı Savaşılacak?

Üç yıllık iç savaş Suriye Ordusu’nu lime lime etti. 2011’de 250.000 olan asker sayısı bugün 125.000 civarında. Ama diğer yandan Şam, Lübnan’daki Hizbullah savaşçılarından destek görüyor. 2006’da İsrail’i püskürtmek için savaşmış olan Lübnanlı Şii örgüt, bugün Esad rejiminin en ehil güçlerinden biri.

İsrail’den o bilgi de tam bu noktada sızdı.

New York Times’ta 12 Mayıs tarihinde çıkan hikâyenin zamanlaması gerçekten tuhaf. İsimsiz “üst düzey İsrailli subaylar”a dayanan bu hikâye bir anda ön plana çıkıyor. Kaynak gizli olsa da mesajı çok açık:

“Hizbullah’a çok sert vuracağız. Elimizden geldiğinizce sivil kayıpları sınırlı tutmak için her türlü gayreti ortaya koyacağız. Ama roket saldırıları karşısında da elimizi kolumuzu bağlayıp oturmayacağız.”

Makale, özünde, Hizbullah’ın sivilleri güney Lübnan’da bir zırh olarak kullandığını söylüyor. İsrail’in sivil olup olmadığına bakmadan söz konusu grubu bombalamaya niyetlendiğini iddia ediyor.

Doğrusu pek de sıcak bir gelişme değil bu. İsrail ordusu bu türden iddiaları 2008-9’da Gazze’ye yönelik “Dökme Kurşun” saldırısından beri dile getiriyor. Geçen yıl “Koruyucu Sınır” saldırısında da savaş durumuna girmişti. Bugün Birleşmiş Milletler, sivillerin hedef alındığı savaş suçlarının işlenip işlenmediğini soruşturuyor.

İsrail Hizbullah’la ilgili bu sözleri ilk defa da söylemiyor. Beyrut’ta yaşayan yazar ve fotoğrafçı Mitch Prothero, “sivillerin arasında saklanma mitinin tümüyle yanlış olduğunu” söylüyor. Esasında Hizbullah savaşçıları sivillerin arasına karışmaktan hep imtina ediyorlar, zira onlar, “işbirlikçiler tarafından er ya da geç ihanete uğrayabileceklerini” biliyorlar. Filistinli birçok militanın başına bu türden olayların geldiği biliniyor.

İyi ama İsrail ordusu neden Lübnan’a savaş açmaktan bahsediyor? Sınır sessiz. Birkaç olay oldu, onlar da çok önemli şeyler değildi. Hizbullah savaş başlatma niyetinin olmadığını söyledi. Ama gene de Tel Aviv’i uyardı ve savaşma becerisine sahip olduğunu beyan etti. Sorunun en muhtemel cevabı ise şu: İsrailliler eylemlerini Türkiye ve Suudi Arabistan’la birlikte koordine ediyorlar.

Tel Aviv, İran ve P5+1, yani ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa ve Almanya arasında bir nükleer anlaşmasının imza edilmesini engellemek için Riyad ile fiilî bir ittifak kurdu. İsrail, aynı zamanda Suudi Arabistan’ın Yemen’e yönelik saldırısını da destekliyor ve Suriye’de Esad karşıtı güçlere destek verme konusunda Riyad ve Ankara ile gayri resmi bir anlaşması var.

İsrail, güney Suriye sınırı boyunca yaralanan Nusret Cephesi savaşçılarını alıp tedavi ediyor. Ayrıca Golan Tepeleri’ndeki Suriye güçlerini bombalıyor. Yapılan bir saldırıda yedi Hizbullah üyesini ve Suriye hükümetine danışmanlık yapan İranlı bir generali öldürmüştü.

Belirsizlik Alanı

Suudiler, Suriye, Irak ve Yemen’de İran’ın genişlemeci siyasetinin hüküm sürdüğüne dair tezini ileri sürüp duruyor ve bu noktada uzun bir geçmişi olan Sünni ve Şii Müslümanlar arasındaki çatışmaya atıfta bulunuyor. Hizbullah esasında Şiilerin bir örgütlenmesi, Irak’ın ekseriyeti bu mezhebin üyesi. Esad rejimi de Şiiliğin bir kolu olan Alevîlerle bağlantılı. Husiler de bu mezhebin bir parçası.

Ancak Ortadoğu’daki savaşlar seküler iktidarla ilgili, ilahi otoriteyle değil. Mezhep ayrımcılığı her ne kadar adam toplama konusunda faydalı olsa da, bu böyle. “İran saldırganlığı” ile ilgili söylenenler de bu konuyla ilgili. Sünnilerin hâkim oldukları Saddam rejimi, Suudilerin parası, ABD’nin desteğiyle, 1981’de İran’ı işgal etmiş ve bu kanlı mezhep savaşı başlamıştı.

Eğer İsrail ordusu güney Lübnan’a saldırırsa, Hizbullah Suriye’deki bazı birliklerini çekmek zorunda kalacak ki bu da kısa süre önce birleşmiş bulunan isyan güçlerinin ağır baskısı altında olan Suriye ordusunu zayıflatacak bir gelişme. Özetle iki cephede savaşmak zorunda kalacak olan Hizbullah’ın eli kolu bağlanacak, güney Lübnan ezilecek ve bu da sonuçta Esad rejiminin devrilmesini beraberinde getirecek.

Karl von Clausewitz’in bir vakit söylediği gibi, savaş esasında bir belirsizlik alanıdır. Gerçekte ilk ateşi açan belirleyici olur. Geçmişte İsrail güney Lübnan’da birçok köyü ezip geçmiş, çok sayıda Şii’yi de katletmişti. Ama bu sefer bir kara harekâtı ve işgal faaliyeti çok pahalıya patlayabilir. Hizbullah’ı yenebileceklerine dair o fikir boş bir hayalden ibaret. Şiiler, Lübnan’daki etnik yapının yüzde kırkını teşkil ediyorlar ve güneye hâkimler. Aynı zamanda Hizbullah diğer toplulukların da desteğini alıyor, bunun bir nedeni, örgütün İsrail işgaline karşı 1982-2000 döneminde başarılı bir direniş sergilemiş olması, 2006 işgalinde de Tel Aviv’in kanını dökmesi.

Ancak İsrail Hizbullah’a saldırırsa bu, Lübnan’da iç savaşı tetikler. El-Kaide’nin ve IŞİD’in Suriye ve Irak’taki gücünü pekiştirir. Türkler, El-Kaide’nin kendileri için bir tehdit teşkil etmediğini düşünebilirler, ama son yaşananlar onların da bir durup düşünmelerine sebep olacak nitelikte.

Afganistan’da Mücahidler ve Libya’da Kaddafi karşıtı güçler gibi bir şey yaratmak çok da zor değil. Onları hep birlikte kontrol etmekse başka bir mesele.

Geri Tepen Hamle

Oklahoma Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları direktörü Joshua Landis’e göre, “Ortadoğu’da her iktidar İslamcılardan kendi amaçları doğrultusunda yararlanmaya çalıştı ama görünen o ki bu hamle geri tepiyor.”

Taliban’ı ve El-Kaide’yi yaratan Afgan Mücahidleriydi; IŞİD’i ortaya çıkartansa ABD’nin Irak’ı işgal etmiş olmasıydı. Libya ise radikal İslamî gruplar için güvenli bir bölge hâline geldi. Erdoğan, AKP’nin İslamî kimliğinin Türkiye’yi Suriye’den sekecek kurşundan koruyacağını zannedebilir, ama bu grupların birçoğu Erdoğan’ı seküler kurumlar dâhilinde demokratik siyaset peşinde koştuğu için mürtet kabul ediyor.

Bugüne dek Suriye ve Irak’ta gönüllü savaşmak için giden Türk genci sayısı beş bin civarında. Bu gençler savaş sahasında edindikleri beceriler ve ideolojiyle Türkiye’ye dönecekler ve Erdoğan Esad’ı devirme saplantısından ötürü muhtemelen pişman olacak.

Eğer Fetih Ordusu Esad hükümetini devirme konusunda başarılı olursa, Ortadoğu bugünkünden daha kaotik bir hâl alacak, eğer İsrail de Lübnan’a saldırırsa “kaos” kelimesi yaşanacakları anlatma noktasında kesinlikle yetersiz kalacak.

Conn Hallinan
11 Haziran 2015
Kaynak