29 Ocak 2016

,

Siyonizm ve İsrail’in Doğuşu


İsrail-Filistin çatışması üzerine tefekkür ederken ya da yaptığım tartışmalarda çok az insanın çatışmaya dair temel bir anlayışa sahip olduğunu, çoğu kişinin onu gereğince tanımlayamadığını gördüm.

Herkes, çatışmanın Arap/Filistinli “terörizm”i, intihar bombacıları ile alakalı olduğunu duymuş. “Terörist Filistinlilerin tek hedefinin tüm İsraillileri ölü ya da diri denize dökmek olduğunu” söylüyorlar. Tek motivasyonları da antisemitizm ve Yahudilerden nefretmiş. Bu görüşe sahip olanlar, çatışmayı akıldışı bir nefret denizinin orta yerinde hayatta kalmaya çalışan bir Yahudi devleti ile ilgili bir şey zannediyorlar.

Oysa bu Siyonistlerin görüşü, İsrail’in propagandası. Onlar, söz konusu görüşün tüm dünya tarafından benimsenmesini istiyorlar.

Bir de çatışmanın Araplar ve Yahudiler arasında gerçekleştiğini söyleyenler var. Bu çatışma “binlerce yıldır” devam ediyormuş.

Bu yaklaşımların hiçbirisi doğru değil.

Filistinliler, ilk intihar eylemini 1994’te gerçekleştirdiler, yani Hebron’da İbrahim Camii’nde namaz kılan 29 Müslüman, Bruklinli Baruch Goldstein tarafından katledildikten kırk gün sonra. 67 Savaşı, İsrail’in Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Gazze Şeridi’ni ve Golan Tepeleri’ni işgal etmesinin üzerinden 25 yıl geçmişti. Dolayısıyla, tüm bir Filistinli kuşağı, ilk intihar eyleminden önce askerî işgalden başka bir şey tecrübe etmeden büyümüştü.

“Tüm Yahudileri ölü ya da diri denize dökecekler” ifadesinin izlerini Başbakan David Ben Gurion’un Knesset’te (İsrail meclisinde) 1961 yılında yaptığı konuşmaya dek sürmek mümkün. Muhtemelen söz konusu ifade, ilk kez önemli bir politik şahsiyetin ağzından çıkıyordu. Tüm niyet ve amaçları ile bu ifade Yahudilere ait, Araplara değil. Bu duygusal ifadenin tüm İsrail-Filistin tartışmasına nüfuz etmesinin kökeni İsrail başbakanının kendisi.

Çatışmanın dinî olduğuna ve bin yıldır sürdüğüne dair görüş de yanlış. Yaklaşık iki bin yıldır Yahudiler ve Araplar uyumlu bir ilişki içerisindeler. Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen dört yüz yıllık dönem boyunca, Osmanlı yurttaşları olarak eşit haklara sahipler. Esasında Osmanlı’da yönetimde yüksek kademelere gelenler, çoğunlukla Yahudiler.

Her şey, 1896’da Theodore Herzl’in Der Judenstaat [“Yahudi Devleti”] isimli kitabını yayımlaması ile başladı. Kitapta Herzl, antisemitizmin kaçınılmazlığına, değişmezliğine, devamlılığına ve her yerdeliğine vurgu yapıyor, tek çözümün Yahudiler için ayrı bir devlet olduğunu söylüyordu.

Herzl’in kitaptaki ifadesine göre:

“Yahudi sorunu, Yahudilerin fark edilir sayılarda yaşadıkları her yerde mevcuttur. Yahudilerin bulunmadıkları yerlere ise bu sorun onların gerçekleştirdikleri göçlerle birlikte taşınmaktadır. Doğalında biz, zulmedilmediğimiz yerlere gidiyoruz, oradaki varlığımız ise zulme yol açıyor.”

1917 Balfour Deklerasyonu için Britanya’da lobi faaliyeti yürüten, Siyonist ve İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizman, 1912’de bu görüşü Berlin’deki bir toplantıda şu şekilde dillendiriyor:

“[...] Eğer midesinde bozukluk istemiyorsa, her ülkenin sınırlı sayıda Yahudi’yi sindirmesi olası. Almanya’da çok fazla Yahudi var.”

Bu fikri yansıttığı 1949 tarihli Deneme-Yanılma isimli otobiyografisinde Weizmann ise şunları yazıyor:

“Bir ülkede Yahudilerin sayısı doyma noktasını aştığında, o ülke Yahudilere tepki geliştirir.”

Kimyacı olan Weizmann, bilim alanına ait bir mecaza başvurarak şunlar söylüyor:

“[...] Bu meselede belirleyici etmen, Yahudilerin erime becerisi değil ülkedeki eritme gücüdür. [...] Bu, kaba manada antisemitizm olarak görülemez. Bu, bizim kurtulamadığımız, Yahudi göçünün ekonomik ve toplumsal düzlemde doğal olarak ortaya çıkan evrensel bir sonuçtur.”

Herzl’in aynı zamanda Siyonistlerin antisemitizmin kaçınılmazlığına dair düşünceleri, kendi kendisini doğru çıkartan bir mantığa dayanır. Burada yirminci yüzyılın ilk yarısında antisemitizme karşı çıkmaya yer yoktur. Siyonistler, Hitler, Eichmann ve Nazilerle ortak bir davaya sahiptirler ve antisemitizmle Nazizmi Yahudi devleti kurma hedefleri için bir araç olarak kullanırlar. İki gerici hareket de Alman Yahudilerinin bu ülkede “yabancı bir ırk” olarak yaşadıkları ve ırka göre bir ayrışmanın sağlanması gerektiği tespitinde ortaklaşmaktadır. (Siyonistlerin Nazilerle kurduğu işbirliğine dair tarihçi Lenny Brenner’ın kaleme aldığı o üç mükemmel kitaba bakılabilir.) Siyonistlerin başka şeyler yanında Nazileri kullanması, Avrupa’daki Yahudilerin başka ülkelere kaçışına mani olur. Herkesin yüzü Filistin’e çevrilir. Ölüm trenleri dolaşmaya başlar kıtada. Hitler’in iktidara gelişine İsrail’in kurulmasından önce tek bir Siyonist bile karşı gelmez.

1925’te hacimli Yahudi Ansiklopedisi’nin editörlerinden Jacob Klatzkin şunları yazıyor:

“[...] halkımız kendi ulusal hayatını yaşamayı hak ediyor ve bunu istiyorsa, demek ki o artık kendi hayatı üzerindeki hâkimiyetini yitirmiş, ayrıksı ve yabancı bir kimliktir. Dolayısıyla, halkımız ulusal bütünlüğü için mücadele etmek zorundadır. [...] haklarımızdan vazgeçmek isteyenlere rağmen antisemitistlere karşı savunma amaçlı kendi toplumlarımızı kurmalı, kendi haklarını savunmak isteyen dostlarımıza karşı çalışma yürütmeliyiz.”

Alman Siyonist Federasyonu’nun resmî gazetesi Rundschau’da çıkan makalesinde başkan Siegfried Moses şunları söylüyor:

[...] Antisemitizme karşı savunmayı örmenin bizim ana görevimiz olduğu doğrudur. Filistin için çalışmaksa aynı ölçüde ve önemde bir görev değildir.”

1934’te Amerikan Yahudi Kongresi başkanı Stephen Wise ise şu kanaattedir:

“[...] Filistin dışında yaşayan Yahudi diasporası anlamında Galuth’a kayıtsız kalmam mümkün değil. Eğer Eretz İsrael’in kurulması ile Galuth’un savunulması arasında bir tercihe zorlansam, ‘Galuth yok olsun’ derim.” [Brenner, Zionism, s. 105]

Nazizm ve Siyonizm, küçük ve önemsiz toplumsal hareketlerle ilişki içerisinde gelişme kaydetmiştir. Yirminci yüzyılın ilk kısmında Yahudiler, diğer saf Aryan halkları arasında yaşayan, asimile edilemeyen yabancı bir güçtür. Her iki hareket de yüzyılın ortalarına doğru bu argümanı kabul eder hâle gelmiştir. İkisi de bu noktada sorumluluk üstlenmiştir.

2 Ekim 1937’de iki SS subayı Herbert Hagen ve Adolf Eichmann Hayfa’ya gider ve burada Gestapo’nun Filistin’deki ajanı Fritz Reichert ve Haganah ajanı Fevel Polkes ile buluşur. Subaylar, Hayfa’dan Carmel Dağı’na giderek buradaki kibbutzu ziyaret ederler. Yıllar sonra Arjantin’de saklanan Eichmann, Filistin seyahatini şu şekilde nakletmektedir:

“Yahudi yerleşimcilerin toprağı işleme şekillerinden çok etkilendim. Sonraki yıllarda temas kurduğum Yahudilere Yahudi olduğumu, koşullar el verseydi fanatik bir Siyonist olabileceğimi söyledim.”

İki subay, gezi raporunda Polkes’in mesajını aktarır:

“Siyonist devlet, ne şekil altında olursa olsun, en kısa sürede kurulmalıdır. [...] Yahudi devleti, Peel belgesinde sunulan mevcut öneriler ve İngiltere’nin kısmî vaatleri uyarınca kurulduğunda, sınırlar istenildiği şekliyle dışa doğru kaydırılmalıdır.

[...] Yahudi milliyetçisi mahfillerde insanlar, radikal Alman politikasından memnundur, zira Filistin’deki Yahudi nüfusunun gücü, Yahudiler ileride Filistin’de Araplardan sayıca üstün olduğu ölçüde artacaktır.”

Şubat’ta Berlin’e giden Polkes, Haganah’ın Nazi hükümeti için casusluk yapmasını önerir. Bu iyi niyet işareti olarak sunulan öneri istihbarata sunulur. Ortaklık kurulması önerisi ortak düşman komünistlerle ilgilidir.

Tarihte Nazizme karşı çıkan Siyonist Yahudiler olsaydı, holokost yaşanır mıydı yaşanmaz mıydı bilinmez. Ama kimi Siyonistlerin de bildiği üzere, şurası kesin: böylesi bir durumda İsrail devleti olmazdı.

Lenni Brenner meseleyi şu şekilde izah ediyor:

“[...] Nazi Almanya’sını boykot etme fikrine aktif olarak muhalefet eden tüm Yahudiler içerisinde en önemli yapı Dünya Siyonist Örgütü idi. Alman mallarını satın almakla kalmadılar, onları sattılar, hatta Hitler ve onu destekleyen sanayiciler için yeni müşteriler buldular.

Dünya Siyonist Örgütü, Hitler’in zaferini Almanya’daki kolu Alman Siyonist Örgütü’nün zaferi olarak gördü. Ona göre bu zafer, tüm Yahudilerin bir yenilgisi değil, liberalizmin ve asimilasyonun iflas ettiğinin olumlu yönde bir ispatıydı.” [Brenner, Zionism in the Age of Dictators]

Burada Brenner, Havara ya da “transfer anlaşması” denilen anlaşmaya atıfta bulunuyor.

1933’te Tel Aviv’deki bir narenciye ihracatı şirketinin sahibi olan Sam Cohen, Alman hükümetine Alman ürünlerini satın alma karşılığında Almanya’dan gelen göçmenlerin uçuş vergisinden mahrum bırakılmaları önerisini sunar. O dönemde Alman ürünleri satın alıcılarla birlikte Filistin’e gemilerle getirilmekte, kendi hesabına ithalat yapan tüccarlar ürünleri sattıktan sonra yeni gelenler Filistin’de yatırımlarını telafi etmektedirler.

Kudüs’teki Alman Konsolosu Heinrich Wolff, böylesi bir düzenlemenin Almanya’nın ithal mallarının uluslararası planda boykot edilişinin yol açtığı riskleri azaltabileceğini fark eder ve Berlin’e şunları yazar:

“Nisan ve Mayıs aylarında Filistin’deki Avrupalı Yahudi Cemaati Yişuv, ABD’den gelecek boykot talimatlarını bekliyor. Görünüşe göre durum değişti. Talimatları artık Filistin veriyor. Filistin’de boykotu kırmak çok önemli. Bu, ana cephe olan ABD’de de etkisini gösterecek bir gelişme.”

Cohen, Heinrich Wolff’a her türden boykot kararını zayıf düşürmek veya etkisizleştirmek için Londra’da yapılacak Yahudi konferansında perde arkasından çalışma vaadinde bulunur.

Gestapo’nun Filistin’deki ajanı Dr Fritz Reichert, o günlerde merkeze şunları yazmaktadır:

“Londra Boykot Konferansı, Tel Aviv’in saldırıları sonucu boşa düştü, çünkü Kudüs’teki konsoloslukla yakın temasta olan, Filistin’deki transferin başındaki isim Londra’ya tüm bilgileri sızdırdı. Bizim ana işlevimiz, burada Dünya Yahudilerinin Almanya’ya düşmanlık temelinde birleşmelerine mani olmaktır. [...] Yahudilerin arasında ihtilaflar yaratılmalı, böylelikle politik ve ekonomik gücüne zarar verilmelidir.”

Nazi hükümetiyle yürütülen müzakereleri Dünya Siyonist Örgütü ile yürütülür. Cohen’in yerine Yahudi Ajansı Politik Sekreteri Chaim Arlosoroff getirilir. Arlosoroff, 1933 Mayıs’ında Berlin’e gider ve Naziler Cohen’in önerdiği düzenlemeye devam edilmesine ilişkin bir ön anlaşma sağlanır. Arlosoroff Tel Aviv’e döner. Burada suikasta kurban gider. Katiller, Nazilerle her türden uzlaşmaya karşı olan Jabotinsky’nin başını çektiği Siyonizmin revizyonist kanadına mensup kimi isimlerdir.

Ancak müzakerelere devam edilir. Naziler, Dünya Yahudi Örgütü ile 1933’te anlaşma imzalarlar. Bu anlaşma 1939’a, Polonya’nın işgaline dek varlığını korur. Havara, bir bankacılık ve ticaret şirketine dönüşür. Faaliyetlerinin zirveye ulaştığı dönemde Kudüs’te bu şirkette çalışan uzman sayısı 137’ye ulaşmıştır. Alman ürünlerinin satışında hedef ülke artık sadece Filistin değildir. Ancak gene de Sam Cohen’in ilk müzakere ettiği düzenlemeye sadık kalınır. Varlıklarının büyük kısmını veya tamamını Alman hükümetine vermek istemeyen Alman Yahudileri paralarını Alman ithalat ürünlerini satın almakta kullanan bir Alman bankasına yatırabileceklerdir. Satın alıcı, ardından yatırımını Filistin’e gittikten sonra mallar satın alındığında telafi edecektir. Kuralları Alman hükümeti belirlediğinden, göçmen yatırımının yüzde otuzunu aşkın bir kısmını yitirecektir.

Siyonist-Nazi işbirliği, bu makalenin alt metninin sadece bir kısmını teşkil etmektedir. Ana derdimiz, Filistin-İsrail çatışmasına dair bir tanıma ulaşmaktır. Bu konuda Lenni Brenner’in 51 Documents isimli kitabına bakılabilir. Bu kitap, Nazi-Siyonist işbirliğine dair belgelerin bir antolojisini sunmaktadır.

“Yanan bir binadan, yani Nazi Holokostundan kaçan Yahudiler, güvenlik şüphesi sebebiyle İsrail devletini kurmuşlardır” tespiti tartışmalıdır. Esasında Siyonist proje, ta 1896’da Herzl’in Der Judenstaat isimli çalışmasının yayınlandığı dönemde, hatta daha öncesinde çıkış almıştır. Nazilerin otuzlarda iktidara gelişinden önce Siyonistlerin Avrupa’da Yahudilerin kıyımdan geçirilmesi konusunda pek bir endişesi bulunmamaktadır. Onlar, esas olarak Filistin’de bir devlet kurma meselesine odaklanmışlardır.

9 Kasım 1938’te Nazilerin Yahudilere saldırdığı, Kristal Gece [Kristallnacht] olarak anılan olaydan sonra İngilizler, bin kadar çocuğun ülkesine getirilmesini teklif eder. Bu teklif, Ben Gurion tarafından reddedilir: Ben Gurion, Aralık 1938’de Emek Siyonistleri toplantısında şunları söyler:

“Tüm çocukların Almanya’dan İngiltere’ye getirilerek kurtarılabileceği seçeneğine karşı bunların sadece yarısının İsrail toprağına aktarılması seçeneği arasında ben ikincisini seçerim. Bizim için önemli olan, sadece bu çocukların hayatı değil, İsrail Halkının tarihidir de.” (23, Bölüm 13)

Aralık’ta ise Siyonist yürütme kuruluna ise şunları söyler:

“Eğer Yahudiler mülteciler arasında seçim yapmak zorunda ise, toplama kamplarından Yahudileri kurtarmak gerekliyse ve Filistin’de bir ulusal müze kurulmasına yardım edilmesi zorunlu ise üstün olana merhamet edilmelidir ve halkın tüm enerjisi muhtelif ülkelerdeki Yahudilerin kurtarılmasına aktarılmalıdır. Siyonizm, sadece İngiltere ve ABD’deki kamuoyuna değil, tüm Yahudi kamuoyuna da kendi gündemini dayatmalıdır. Mülteci sorunu ile Filistin sorunu arasında bir ayrım yapılmasına izin verirsek, Siyonizmin varlığını riske atmış oluruz.” (24)

Esasında Nazilerin Avrupa Yahudilerini imha etme programına muhalefet ile Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri arasında köklü bir uyumsuzluk söz konusudur. Havara anlaşması, 8.100.000 Filistin sterlini (40.419.000 dolar) değerindeki varlığın Filistin’e aktarılmasını sağlar. Bunun karşılığında 1933-39 arası dönemde 60.000 Alman Yahudisi Filistin’e gider. Ama bir yandan da uluslararası boykot çalışmalarını sekteye uğratır ve Almanların ürettiği malların yurtdışına satılmasına imkân sağlayarak, Alman hükümetine sermaye akışı sağlar.

Bu, önemli bir gelişmedir, zira Holokost, İsrail devleti sempatisinin oluşturulmasında önemli ve merkezî unsur olarak kullanılmakta, Avrupa hükümetlerinden tazminat alınmasına dönük bir gerekçe niyetine sunulmaktadır. Yahudi ya da Roman, Holokostun tüm kurbanlarına karşı duyulacak beğeninin bir gerekçeye ihtiyacı yoktur. Ama şu söylenmelidir: İsrail devleti masum değildir, süreç milyarlarca dolar tazminat almanın bir gerekçesi olarak kullanılamaz. Üstelik bu paradan Holokosttan kurtulanların çok azı istifade edebilmiştir.

1896’da Der Judenstaat’ı yazan ve 1904’te ölen Herzl, Yahudi devletinin Arjantin’de veya Etiyopya’da kurulmasından memnuniyet duyacağını söyleyen biridir. Genelde uzlaşılan yerse Filistin’dir.

O gün Filistin’de yaşayanlarla ilgili olarak Herzl şunları söylemektedir:

“Bizler, istihdama mani olarak sınır boyunca yaşayan parasız pulsuz nüfusu bölgeden kaçırmalıyız. Müsadere ve fakirlerin bölgeden çıkartılması yönündeki çalışmalar ihtiyatlı ve basiretli bir biçimde yürütülmelidir.”

Böylece Filistin, Siyonistlerin etnik temizlik üzerine kurulu anlayışları ile tanışmış olur.

Bu iş çok da zor değildir. Ortadoğu’nun merkezinde sadece Avrupalı Yahudilerden müteşekkil bir devlet kurmak istiyorsanız, ilkin Araplardan kurtulmanız gerekir.

Herzl, sonrasında Dünya Siyonist Örgütü’nü kurar. Bu örgütün amacı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak ve onu bir öndevlet hâline getirerek, içinden bir Yahudi devleti çıkartmaktır.

Dünya Siyonist programını anlamamış olsa da Siyonistlerin arasında herhangi bir yanlış anlamanın söz konusu olmadığı açıktır.

1923 tarihli Iron Wall [“Demirden Duvar”] isimli kitabında Siyonizmin revizyonist kanadının kurucusu Vladimir Jabotinsky şunları yazmaktadır:

“Araplar arasında gönüllü bir uzlaşmaya dair herhangi bir tartışmanın bugün ve öngörülebilir bir gelecekte ortaya çıkması mümkün değil. Doğuştan kör olanlar hariç tüm iyi niyetli insanlar, uzun zaman önce Filistin’in bir Arap ülkesinden Yahudi bir azınlığın yaşadığı bir ülkeye dönüştürülmesi konusunda Filistinli Araplarla gönüllü bir anlaşmaya varılmasının tümüyle imkânsız olduğunu anlamışlardı.”

Yereldeki her halk, kendi ülkesini ulusal bir vatan olarak görür ve kendisini oranın tek hâkimi kabul eder. Başka bir efendiye asla izin vermez. Bu tespit Araplar için de geçerlidir. Arapların temel hedeflerimize ait gizli formüller ile kandırılabilen aptallar olduğuna bizi tavizci çevreler ikna etmeye çalışmaktadırlar. Bense Filistinli Araplara dair bu görüşü tümüyle reddediyorum.

Filistinliler, ellerinde umuda dair tek bir kıvılcım kalana dek bu şekilde mücadele edeceklerdir.

Yerleşimciliği izah ederken ne tür kelimeler kullandığımızın bir önemi yoktur. Yerleşimcilik, her Yahudi ve her Arap tarafından anlaşılan, kendi içinde bütünsel ve kaçınılması mümkün olmayan bir anlama sahiptir. Onun tek bir hedefi vardır. Mesele olguların doğası ile ilgilidir. Doğayı değiştirmek imkânsızdır. Yerleşimcilik, Filistinli Arapların iradesi hilâfına gerçekleştirilmiştir. Bu, hâlâ devam eden bir süreçtir.

“[…] gönüllü bir anlaşma tasavvur bile edilemez. Tüm yerleşimcilik, hatta en kısıtlı hâlinde bile, yerli halkın iradesini hiçe sayarak devam etmek zorundadır. Bu nedenle bu süreç devam etmeli ve sadece yereldeki ahlâkın asla yarıp geçemeyecekleri bir Demir Duvar’dan müteşekkil bir güç zırhı altında gelişmelidir. Bizim Arap siyasetimiz budur. Bu siyaseti başka bir şekilde formüle etmek ikiyüzlülüktür.

[…] müsamaha göstermeden, belirli bir kudretle hareket edilmelidir. Bu noktada zor kendi rolünü oynamalıdır. Bu noktada bizim vejetaryenlerimizle militaristlerimiz arasında anlamlı hiçbir fark bulunmamaktadır. Biri Yahudi süngülerinden oluşan Demir Duvar’ı, diğeri de İngiliz süngülerinden oluşan Demir Duvar’ı tercih etmektedir.

Hâlihazırda kimi insanların yaşadıkları bir toprağa yerleşmek istiyor iseniz, o toprakta bir garnizon kurmanız gerekir. Başka bir yolu var mı? Yoksa gidin, yerleşiminizi o toprağa yerleşmenizi imkânsızlaştıran, ona mani olan, bu ihtimali yok eden her türden girişimi fiziken geçersiz kılan silâhlı bir güçten mahrum kılın! Siyonizm bir yerleşimcilik macerasıdır. Bu nedenle o, silâhlı güç meselesinden yanadır. İbranice konuşmak önemlidir ama maalesef birilerini silâhla vurabilmek daha da önemlidir. Bu beceri yoksa, ben sadece yerleşim meselesiyle bir oyuncak gibi oynuyorum demektir.

Bu meseleyi sıradan bir biçimde kınamak ahlak dışı bir konudur, benim bu hususla ilgili soruya cevap ‘kesinlikle yanlış!’ olacaktır. Bizim ahlâkımız budur. Başka da bir ahlâk söz konusu değildir. Araplar için bize mani olma konusunda en ufak bir umut kırıntısı varoldukça onlar bizlere umutlarını satmayacaklardır. Lezzetli bir lokma için tek bir tatlı söz edilmeyecektir. Çünkü bu Filistinliler ayaktakımı değil, canlı kanlı bir halktır. Ve hiçbir halk, kaderini etkileyecek böylesi bir meseleyle ilgili bu tarz bir tavizde bulunmaz. Bu ancak umut yoksa, Demir Duvar’da tek bir görünür kapı bırakmadığımızda mümkündür.”

Revizyonistler, Filistin’deki İngiliz mandasını revizyona tabi tutmak isterler. Bu revizyona göre, Filistin Ürdün’ün doğusunu, yani bugünkü Ürdün devletini, batı yakasını, o dönemde mandanın doğu sınırını çizen Ürdün Nehri’ni içermektedir. Revizyonistler, zaman içerisinde bugünkü Likud partisine dönüşür. Bu parti, Jabonitski’yi model ve felsefî kurucu olarak kabul eden Menahim Begin’in sağcı partisidir. Jabonitski, Avraham Stern’in ölümü üzerine onun adını alan Stern Çetesi’nin lideri İshak Şamir’in, Ariel Şaron’un ve Benjamin Netanyahu’nun kurucu babasıdır. Stern Çetesi, Birleşmiş Milletler Filistin temsilcisini ve İngilizlerin Ortadoğu’dan sorumlu dışişleri bakanını öldüren Yahudi terörist örgütüdür.

Filistin’in Ürdün’ü de içerecek biçimde Yahudi ve Arap devleti şeklinde ikiye bölünmesini öneren, Peel Kraliyet Komisyonu’nun 1937 tarihli önerine cevaben David Ben Gurion şunları söylemektedir:

“[…] Devletin tesis edilmesi ardından büyük bir güç inşa ettikten sonra ülkenin parçalı hâline son vereceğiz ve tüm İsrail ülkesini kapsayacak şekilde genişleyeceğiz.” [Masalha, Expulsion of the Palestinians, s. 107]

1937’de ise şu tespiti yapar:

“Arapların önerilen Yahudi devletine ait vadilere zoraki nakli Birinci ve İkinci Tapınağın ilk günleri esnasında o kendi ayaklarımız üzerinde durduğumuz günlerden beri sahip olmadığımız bir şey verecek bize.”

Aynı yıl oğluna yazdığı mektubunda da şunları söylemektedir:

“Arapları kovmak, onların yerlerini ellerinden almak zorundayız, eğer onların yerlerine yerleşme hakkımızı güvence altına almak için güç kullanmamız gerekiyorsa elimizde bu konuda yeterli güç mevcuttur.”

1940 yılında Dünya Yahudi Örgütü için toprak satın alma çalışmasının ve (Arapları Filistin’den transfer etme yolları üzerine çalışma yürüten) bir dizi “transfer komiteleri”nden birinin başındaki isim olan Joseph Weitz şunları yazıyor:

“Transfer, sadece Arap nüfusunu azaltma amacını gütmüyor bu işlem ayrıca daha az önemli olmayan ikinci bir amaca hizmet ediyor: Arapların işlediği toprakları boşaltmak ve onları Yahudi yerleşimi için özgürleştirmek.

Biz, bu ülkede iki halka yer olmadığı konusunda net olmalıyız. Araplar bu ülkede oldukça hedefimize ulaşamayız. Arapların, hem de hepsinin komşu ülkelere transfer edilmesinden başka bir yol yok. Geride tek bir köy, tek bir kabile kalmamalı.”

1948’de Ben Gurion, Savaş Günlükleri’nde şunları yazıyor:

“Saldırı esnasında nihai darbeyi indirmeye hazır olmalıyız. Yani ya köyleri yok edeceğiz ya da insanlarımız onların yerini alsın diye orada yaşayanları oralardan kovacağız.”

Şubat 1948’de Ben Gurion, Yosef Weitz’a şunu söylüyor:

“Savaş, bizim toprak sahibi olmamızı sağlayacak. ‘Bizim toprağımız’ ve ‘onların toprağı’ türünden kavramlar barış dönemine ait kavramlar. Savaş döneminde bu kavramlar tüm anlamlarını yitiriyor.”

1978’de Başkan Jimmy Carter, Başbakan Menahim Begin tarafından davet edilir. İlk kez bir Yahudi olmayan kişi İsrail kabinesindeki bir toplantıya katılır. Carter’a burada o günlerde Tarım Bakanı Ariel Şaron onun birkaç yıl içerisinde işgal altındaki topraklarda 2 ila 3 milyon Yahudi’nin yaşadığını görünce şaşırmaması gerektiğini söyler. Devamında da şunu ifade eder:

“Şuan konuşurken bile Judea ve Samarya’ya Yahudi aileler göç ediyorlar.”

1983’te o günlerde İsrail Savunma Kuvvetleri kurmay başkanı Rafael Eytan şunu söylüyor:

“Eretz İsrail’in tek bir santimetresinde bile Arapların ikamet etme hakkı yoktur. […] Bunu er geç anlayacaklar. Filistinliler yanımıza sürünerek gelene dek zor kullanacağız. […] Bu toprağa yerleşince tüm Araplar şişenin içindeki hamamböcekleri gibi hızla kaçışacaklar.”

Bu noktada önemli bir hususu aktarmam lazım. Ocak 1948’de etnik temizlik ilk ayını doldurur. Esasında bu işlem 29 Kasım 1947’deki taksim kararının ardından, sabah erkenden başlamıştır. O gün Hayfa’daki 75.000 Arap terörist örgüt İrgun’un saldırısına maruz kalır. Örgütün başında Menahim Begin vardır. Saldırıda ayrıca David Ben Gurion’un düzenli milis kuvveti Hagana da rol oynar. Önceki on yıl içerisinde ülkeye gelen Yahudi yerleşimciler evlerini dağlara kurarlar ve böylelikle yüksek yerleri işgal ederler. Bu sayede yüksek noktalardan diledikleri zaman köylülere ateş açarlar. Bu saldırılarla birlikte Yahudi birlikleri yollara benzin döküp ateşe verirler. Ateşi söndürmek için dışarı çıkan köylülere makineli tüfeklerle ateş açılır. Diğer bir teknik de tamir edilmesi için Arapların atölyelerine içi bomba dolu otomobiller bırakmaktır.

Hagana’nın özel bir birimi olan Palmah’a bağlı resmi tarihe bağlı bir isim web sitesinde şunu söylüyor:

“Hayfa’daki Filistinliler Aralık’tan beri kuşatma ve tehdit altındalar.”

Etnik temizlik böylece başlar ve 15 Mayıs 1948’de Filistin’e Arap devletini kuşatacak ilk düzenli askerî birliklerin gelmesine dek altı ay süreyle devam eder.

Deyr Yassin Katliamı 9 Nisan 1948’de gerçekleşir. 15 Mayıs’ta bu katliamın bir benzerine tanık olunur. Filistin’in tüm büyük şehirleri Araplardan temizlenir. Yaklaşık 300 ila 400 bin Filistinli mülteci etnik temizliğe maruz kalır.

Arapların Hayfa ve Filistin’den kovulma süreci böylece başlar. 21 Nisan akşamı Hamursuz Bayramı’nda süreç sona erer. O gün İngiliz komutan Stockwell, dört Arap lideri ofisine çağırır ve onlara şehri terk edeceklerini ve kendilerini koruyacak kimsenin kalmayacağını söyler.

Ilan Pappe’nin değerlendirmesi şu yönde:

Filistinli liderler ve Stockwell arasında önceden gerçekleşmiş olan yazışmaların da gösterdiği üzere, liderler, Stockwell’i kanunun ve şehirdeki düzenin koruyucusu görüp ona güvenmişlerdi. İngiliz subayı, onlara halkının şehri terk etmesinin daha iyi olacağını söyledi. Oysa o şehir, on sekizinci yüzyılın ortalarından beri aileleriyle birlikte yaşayıp çalıştıkları yerdi. O dönemde Hayfa, modern bir kasaba olarak öne çıkmaktaydı.” [Pappe, The Ethnic Cleansing of Palestine, s. 94.]

Pappe şöyle devam ediyor:

Ateş emrini Levi değil, Karmeli Tugayı’nda operasyon subayı olarak çalışan Mordehay Maklef verdi. Etnik temizlik sürecini bizzat Maklef yönetti. Askerlere verdiği emir açık ve netti: “Karşınıza çıkan tüm Arapları öldürün. Ateşe verilebilecek her şeyi yakın, kapıları patlayıcılarla patlatın.

Bu emirlerin uygulanması ile birlikte Hayfa’daki binlerce savunmasız Filistinlinin yaşadığı 1,5 kilometrekarelik alandaki terör saldırılarıyla ve oluşan şokla birlikte herkes, eşyasını bile toplayamadan, ne yaptığını bile bilmeden, kasabayı terk etmeye başladı. Filistinliler, o panikle limana koştular. Burada kenti terk etmelerini sağlayacak bir gemi ya da tekne bulmayı umuyorlardı. Kaçmalarının hemen ardından Yahudi askerler evlere girip her şeyi yağmaladılar.

22 Nisan gününün şafağında insanlar sel gibi limana aktılar. Sokaklar, kurtulmak için çabalayan insan kalabalığı ile doluydu. Arapların bizzat atadıkları liderler, bu kaotik sahneyi biraz olsun düzene sokmaya çalıştılar. Megafonlarla bağırılıyor, insanlardan limanın yanındaki eski pazar yerinde toplanmaları ve denizden tahliye işlemi düzene sokulana dek bir yere sığınmaları isteniyordu. Megafonlardan “Yahudiler Stanton yolunu işgal etmişler, buraya geliyorlar” deniliyordu.

Savaş esnasında yaptıklarının kaydını tutan Karmeli Tugayı’nın savaş kitabında, yaşananlara dair pişmanlık ifadesi içeren tek bir cümleye bile rastlanmıyordu

Subaylar, insanlara liman kapısının yanına toplanmalarının tavsiye edildiğini biliyorlardı. Bu sebeple, askerlerine pazar yerini ve limanı gören dağın eteğine üç inçlik havan topu yerleştirmeleri emri verdiler. Bugün burada Rothchild Hastanesi bulunuyor. Sonrasında, aşağıdaki kalabalığa havan mermileriyle ateş açıldı. Bu plan sayesinde insanların düşünmek için bir saniye bile vakit bulamamaları ve kaçışın sadece tek yönde gerçekleşmesi istenmişti. Filistinliler, pazar yerinde, Osmanlı’dan kalan ama İsrail Devleti’nin kurulması sonrası, tanınmanın ardından yıkılan beyaz kemerli bir kubbenin altında toplandıklarından, Yahudi askerler için kolay birer hedef hâline geldiler.

Hayfa pazarı, limanın ana kapısından yaklaşık yüz metre uzaklıktaydı. Topçu atışı başladığında, burası Filistinlilerin panikle kaçacakları yerdi. Kalabalık, kapıyı tutan polisleri kenara iterek zorla limana girdi. Çok sayıda insan, limana demirlemiş teknelere binip kentten kaçmaya başladı. Kısa süre önce o günkü saldırılardan kurtulanların yayımlanan anılarından, sonrasında yaşanan korkunç gelişmeleri öğrenmek mümkün. Birinde şunlar söyleniyor:

'İnsanlar, dostlarını, kadınlar kendi çocuklarını çiğnemek zorunda kaldı. Limandaki tekneler, kısa bir süre sonra yük gemisi misali dolup taştı. Kalabalık, korkunç düzeydeydi. Birçoğu, alabora olup yolcularıyla birlikte battı […]” [Pappe s. 96]

Demek ki Yahudileri denize döken Filistinliler değil, Filistinlileri denize döken Yahudilermiş.

Mart 1948’de, yukarıda aktarılan olaylardan bir ay önce “Plan D” veya “Dilet Planı” olarak anılan, A, B, C planlarının somutlaşması olan plan David Ben Gurion ve kendisine sürekli danışmanlık yapan isimler tarafından tamamlanıp Hagana komutanlarına dağıtılır. Bu belge, Filistin’in %78’inde Arap köylerinin yıkılması, o köylerde yaşayanların kovulması planının temelidir. O dönemde 30 köy yıkılır ya da boşaltılır. Yılın sonunda yıkılan köy sayısı 531’e çıkar. Ayrıca kentlerde de 11 Arap mahallesi boşaltılır.

Bu belgede şöyle söyleniyor:

“Bu operasyonlar aşağıda belirtilen tarzda gerçekleştirilecektir: köyler, bilhassa halkı zor kontrol edilen merkezlerdeki köyler ya (ateşe verilerek, havaya uçurularak ya da enkazlar altına mayınlar döşenerek) yok edilecek ya da aşağıdaki yönetmelik uyarınca kontrol altına alınacaktır: köylerin kuşatılması, arama çalışmalarının yapılması. Direnmeleri hâlinde silâhlı kuvvetlere direnenler öldürülecek, halk devletin sınırları dışına atılacaktır.”

İsrailli tarihçi Ilan Pappe’ye göre, İsrail’in devlet hâline geldiği Mayıs 1948 ile 2005 yazı arasında İsrail elli bin Filistinli öldürdü. If American Knew isimli internet sitesi ise Ekim 2000’den beri ölenlerin sayısının 6.430 olduğunu söylüyor. Buna göre, İsrail her gün ortalama 2 Filistinli öldürmüş.

İsrail Ev Yıkımlarına Karşı Mücadele Komitesi’ne göre, İsrail Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te 1967’den beri 34.000 ev yıkmış. Gazze ve Batı Şeria’da sökülen narenciye ve zeytin ağaçlarının sayısı 800.000 civarında. Böylelikle Filistinliler 55 milyon dolar zarara uğramış. Oxfam’ın tahmini bu yönde. 2009’da İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıda dört ilâ beş bin ev yıkılmış. Zarar gören ev sayısı ise 50.000. Birçok Gazzeli aile 2010 kışını yıkılan evlerinin enkazları altına kazdıkları yerlerde geçirmiş, zira kuşatma altındaki bölgede inşaat malzemelerinin girmesi yasak.

Gazze kuşatması sebebiyle yeni doğan bebeklerde sıklıkla kansızlık gözlemleniyor, bunun sebebi annelerinin yeterince beslenmemesi, Gazze’ye giren gıdanın yetersiz olması, şehirdeki tarım arazilerinin yok edilmesi. Çocuklar yeterli beslenemiyorlar.

İsrail sınırlarını hiçbir zaman net olarak tarif etmeyen bir devlet. Tüm dünyadaki Yahudilerin İsrail’e göç etmesini istiyor, gelenleri Arap topraklarına sınır olan yerlere yerleştiriyor.

Şurası kesin: İsrail ne kadar bağırırsa bağırsın, bir mağdur değil, herkesi mağdur eden bir devlet.

O hâlde bu çatışma ne diye yaşanıyor? Tüm Siyonizm tarihinde işleyen ana hikâye nedir?

Bu hikâye, Siyonizmin Filistinlileri bir halk olarak yok etme ve onların atalarından kalan toprakları mülk edinme üzerine kesintisiz tatbik edilen bir programla ilgilidir.

Bazı Siyonistler, iki devletli çözüme razı ve İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesini, Filistin’in %22’sinde küçük bir Filistin devleti olarak varlığını sürdürmesini istiyorlar. Ama sahadaki gerçeklik şu: İsrail, Batı Şeria’daki 300.000 yerleşimcinin geri çekilmesi maddesinin gereklerini yerine getirmek şöyle dursun, bu yazının yazıldığı günlerde Doğu Kudüs’e 193.000 kişi daha yerleştirdi. Batı Şeria’da iki yüzden fazla yerleşim daha kuruldu. Bunlar, Manhattan’ın iki katı büyüklüğünde yerler. Okulları, üniversiteleri, AVM’leri, kamu ve özel milyar dolarlık altyapısı, sadece Yahudilerin kullandıkları 500 kilometre uzunluğunda bir otoban sistemi var. Oysa Filistinliler, beton ve asfalt bariyerler arasında bağlantısız adacıklarda mahkûm hâlde yaşıyorlar.

67 sınırlarına çekilmeyi isteyen bu ılımlı Siyonistler ne derse desinler, İsrail her daim genişleme yönünde işleyen bir dinamiğe sahip. Genişleme sürecini dayatan merkezkaç kuvvetlerse çok katmanlı ve epey karmaşık. Siyonistleri motive eden dinleri ve mitolojileri, sahip oldukları ordusu, güvenlik istekleri, yaşam alanı istemeleri, kendi çıkarlarına olacak şekilde güç ve büyüme arzuları. Hâlâ ısrar ediyorlar, o yüzyıllık ivme ve Siyonizm yüzyılı hâlâ akmasını biliyor.

Demek ki Filistin-İsrail çatışması, Filistin halkının yok edilmesi, ülkeden kovulması, Filistin’in en azından Ürdün Nehri’ne kadar Yahudi devletince ele geçirilmesi meselesi. Filistinlilerin ayrı bir kültür ve tarihe, doğdukları toprağa, ebeveynlerinin ve atalarının doğduğu yurda bağlılıkları ile bir halkın imha edilip edilmeyeceği hususu henüz karara bağlanmış değil.

William James Martin
5 Ocak 2015
Kaynak

0 Yorum: