28 Aralık 2018
Amos Oz
28 Aralık 2018
Alfonso Cuarón’un filmi Roma’da asıl yaralayıcı
olan, hizmetçi kızın telefon ahizesini konuştuktan sonra silip hanımına
uzatmasıydı. Doğum sahnesi jilet yarası gibiydi, ama o eteğe silinen ahizenin
yarası başkaydı.
Netflix dünyası ise yaralara sargı sarmakla, “özel aile”
olmakla ilgileniyor. Dayanışma, sınıf mücadelesinin yerini alıyor. Hepimize,
sınıfsız ve sınırsız olmanın kendileri gibi olmaya bağlı olduğunu öğretiyorlar.
Bu tür platformlar, “eski kapitalizm”i eleştiriyormuş gibi yapıp, herkesi
kendisiyle kardeş olmaya çağırıyorlar. Netflix, yeni dönemin ideolojik aygıtı
olarak iş görüyor. Kapitalizm de cinsiyetçiliği eleştirebiliyor, kadın
dayanışmasını salık verebiliyor, azınlık dernekleri kurabiliyor, mesele,
ardındaki sömürü ve zulüm ilişkilerini sorgulamakta.
Netflix âlemi, geçiş sürecinin ideolojisi üzerine
kurulu, bu ideolojiyse sınırsız-sınıfsız bir dünya resmediyor. Duvara tırmanan
robotun görüntülerini sosyal âlemde seyre dalmak, eğlenceli geliyor. Sanıyoruz
ki efendiler, bizim için oyuncaklar imal ediyorlar.
Sanıyoruz ki, hizmetçilerimiz var ve onların başını
okşadığımızda sorunlar hallolacak. Buna gerek de kalmayacak, ağır sanayinin,
eski kapitalizmin arkaik yanını endüstri 4.0 temizleyecek, hepimize robot
hizmetçiler verecek. Sorunlar, bu şekilde çözülecek. Oturuşumuzu, duygularımızı
bile, şimdiden bu ana göre ayarlıyoruz.
Netflix ideolojisini çikolata ile karıştırıyoruz.
Yaraların üzerinin örtülmesinden memnunuz. Başka bir birlik-bütünlük türküsünü
mırıldanıyoruz. Dil, yutak, gırtlak, hepsi birden, hazır buna. Vura vura, eze
eze ilerliyoruz.
Yalan… dayak yiyen kadına, bacağı kopan köpeğe,
eteğine dokunulan kız çocuğuna, inşaattan düşen işçiye acımamız tümden yalan.
Sadece bize “bak” dedikleri yere çeviriyoruz gözlerimizi. Vicdan, alt akla
değil, üst çıkara kul. Acımakla öteliyoruz gerçeği, ona zerre örgütlenmiyoruz.
Roma gibi
filmlerde ve hayatta bir kardeşlik nağmesi tutturuluyor. Egemenler, dönüşüm
süreçlerini bu şekilde yönetiyorlar. Bireye kaçanla, sürüye kaçan, aynı.
Dayanışma türküleriyle yürüyoruz kervana…
Seçime kadar çok kitle deneyi, çok provokasyon, çok
germe pratiği göreceğiz demek ki. Yürüyüş için bu gerekli. Hep bize “cambaza
bak” diyenler çıkacak. Bu tür videolar, viral viral dolanacak mağaramızda.
Ardına hiç bakmayacağız. Gerek bile duymayacağız. Bu gerilimin ekmeğimize yağ
süreceğini düşünüp rahatlayacağız. Ama birileri ovuşturacak ellerini perde
gerisinde.
Roma filmini Zengin
Mutfağı ile birlikte izlemek lazım. Sırf kesik atsın diye. Hizmetçiyi işe
yarar bir uzantı/araç olarak sevmek değil, onun sınıf olarak kıyamına meftun
olmak gerek.
Endüstri 4.0, bize duvara tırmanan robotlar, dronlar
veriyor, ama arkasındaki askerîliği görmemize mani oluyor. Zengin Mutfağı
bunu gösteriyor, Roma ise ona kör. İlkinde kurulan komando kamplarına
öfke, ikincisinde alaya alma, ama doğallaştırma var. Yerlileri yurtlarından
kovanlar, evlerinde o yerlileri köle gibi çalıştırıyorlar, bir de üstüne, o
beyaz efendinin gözüyle o yerlinin hikâyesini yağmalayıp satıyorlar. Netflix de
böyle.
Askerî ideoloji düzlüyor her şeyi, bu yüzden
seviyoruz. Gözetim, güvenlik, takip ve herkesin potansiyel terörist oluşu. Roma
filmindeki ev sahibesi gibi, “umarım polis gençlere kötü davranmaz” diyoruz en
fazla. Film, sınıfsal ve ırksal mücadeleleri geri plana atarken, beyaza dönük
sevgi ve bağlılığı yüceltiyor.[1] İşte bunu seviyoruz.
Askerî ideoloji var sosyal medyanın, o robotların,
dronların ardında. 11 Eylül sonrası milleti gözetlemek için icat edilen dron, o
eşek arısı gözü, bugün tüm dizilerin tek gözü hâline geldi. Yukarıdan bakınca
her şey güzel görünüyor, İstanbul bile!..
Cüneyt Cebenoyan[2], bir “küçük burjuva olarak”
dayanışmanın sınıf çelişkisini aştığını söylüyor. İşte bu düzlenme hâlini
seviyor. Film, tam da bununla ilgili. Beyaz-yerli, işçi-patron, tüm çelişkiler,
Cebenoyan ve Birgün’de aşılıyor. Mikstek yerlisinin yerine Kürd’ü
koyuyorlar. Kadın olmakta tüm çelişkileri aşıyorlar. Demek ki bu yüzden on
küsur yıldır bu tür kavramları istismar ediyorlar. Sınıf mücadelesini geri
plana atmanın imkânlarından yararlanıyorlar.
Bu aşma hâli pazarlanıyor aslında. Siyaset ve ideoloji
diye bunu anlıyorlar. Yoksula, ezilene acıyı unutturacak sahte şuruplar
dağıtıyorlar. Dönüşüm momentinin efendilerce sorunsuz, pürüzsüz aşılabilmesi
için gerekli her şeyi yapıyorlar. Fikri, duyguyu ilmek ilmek örüyorlar. Eskiden
sevmediklerimizi seviyor, sevdiklerimizi sevmiyoruz.
Roma filmini
HDP ile birlikte de okumak lazım. Yaptıkları ortak. Latin Amerika’nın çilesi
buraya yansıtılıyor. Aynı paramiliter güçler burada da var. Büyükanne gibi
umuyoruz ki gençlere kötü davranmasınlar! Ama davranıyorlar. O gençlere
kavganın, çatışmanın, çatlakların üzerini örtmeyi öğretiyorlar.
Dayanışma, sınıf mücadelesini gölgelediği için bir ÖDP
yok bugün. Özgürlük, kurtuluş mücadelesini örtbas ettiği için bir ÖDP yok ama
HDP var artık, ne mutlu, ne kutlu!
O ki Netflix ideolojisinden ari mi, şüpheli. Dizi
âlemindeki eleştiri dili, siyaseti tayin ediyor artık. Geri planına, neyin
örtbas edildiğine hiç bakmıyoruz. Eskiden Zengin Mutfağı’nda, 15-16
Haziran direnişine katılan, komando olmuş eski sevgilisinin boğazına sarılan
kadını severdik, şimdi patronuyla, çocuklarıyla, köleliğiyle sevgi yumağı
oluşturan kadını seviyoruz. Dayanışma hâlinin ardındaki yalancı eşitliğe
bayılıyoruz. Burjuvayla aynı içki masasında olmayı, patronla aynı sözleşme
masasında olmayı, devletle aynı zulüm masasında olmayı, seviyoruz. Bu yüzden
solcuyuz!
Roma bu
yüzden var, Zengin Mutfağı bu yüzden yok!
Eren Balkır
27 Aralık 2018
Dipnotlar:
[1] Pablo Calvi, “Sevginin Gaminetleri”, 17 Aralık 2018, İştirakî.
[2] Cüneyt Cebenoyan, “Roma: Ve Uçak Gidiyor”, 22
Aralık 2018, Birgün.
Geçmişte bir sol örgütün kadın çalışmasına, daha
doğrusu, feminist yönelimine ait internet sitesinde söze şu yanlış tespitle
başlanıyordu:
“Dil ve düşünce aynıdır.”
Bu tespitin aktarılmasının amacı, küfür konusunda
belirli bir duyarlılık yaratmaktı, ama sırt, dilbilimsel ve felsefî açıdan
yanlış bir önermeye dayandırılıyordu. Dolayısıyla, gömleğin düğmeleri, daha
baştan, yanlış iliklenmekteydi.
Çünkü dil ve düşünce aynı değil, olamaz.
Burada önsel olarak belirli bir hiyerarşi kurulmakta,
birileri dil-düşünce bütünlüğü sağladığı için yukarıya, sağlayamayanlarsa
aşağıya yerleştirilmektedir. Bu, özü itibarıyla ırkçıdır. Buna göre, ne
dediğini bilen, düşündüğünü dile getirebilen, dilini düşünen özne yücedir, geri
kalansa köledir. Bu anlamıyla, Kadın ile alakalı olan, Batı kaynaklı her türden
kurgu ve tasarım, sömürgecilikle ve yayılmacılıkla maluldür. AKP, her şeyin
bahanesinden ibarettir.
Bu tür kurgu ve tasarımlar, küçük burjuvalar eliyle
pazarlanmakta, temelde dil-düşünce arasındaki örtüşmezliğe ve gerilimlere dair
bir örtü işlevi görmektedir. Düzen, kendisini birilerine öteki, ezilen rolü
bahşedip, onların üzerine birer örtü sermek suretiyle idame ettirmektedir.
* * *
İnsan, bir kısrak gibi tam vaktinde doğan bir canlı
olsaydı, sorun yoktu, ama aşağı yukarı 12 aya ihtiyaç duyan insan yavrusunun gelişimi
tamamlanmadan doğum gerçekleşmektedir, zira bu süre tamamlandığında, bebek
anneyi zehirleyip öldürmektedir. Dolayısıyla, kimi bilim insanları, dil ve
düşünce arasındaki ayrışma türünden örtüşmezlikleri bu kesikle, üç aylık
mesafeyle ilişkilendirmektedirler.
Aynı şekilde, Marx’ın “özle biçim aynı olsaydı, bilim
olmazdı” sözü de gelmelidir akla. Dili düşünceyle örtüştürenler, sözü; özü
biçimle aynı görenler, bilimi; teoriyle pratiği birleyenler, eylemi
sakatlamaktadırlar. Bunlara burjuva reformist siyasetiyle proleter devrimci
siyasetini bir tutanlar eklenmektedir.
Dolayısıyla politik mücadele, küçük burjuvaların hâkim
olduğu siyaset arenasında, ideal insan tiplerinin, üst-insan tasarımlarının,
kusursuz örtüşme hâllerinin peşinden koşmak olarak anlaşılmakta, kitlelerdeki
çarpıklık, yanlışlık, eksiklik, düşüklük, biçarelik, dilsizlik vs. geri ve
aşağılık kabul edilmektedir. Sonuçta sol, kendisini dağdaki çobana değil, Aysun
Kayacı’ya göre inşa etmektedir. Sol, solun şefleri, bu inşa pratiğinden gayet
memnundur.
Kusursuz, eksiksiz, tam örtüşme hâlleri, kahraman,
mitik insan tipleri üzerinden geçmişe de aksettirilir. Geçmişin kahramanları,
eksikleri ve yanlışları ile değil, tam ve doğru olmalarıyla değer bulur. Teorik
tartışma, her daim, bu kahramanların hangisinin tam ve doğru olduğu ile
ilgilidir. Oysa bu tartışmanın kitleler nezdinde bir karşılığı yoktur. Bu
sebeple, solun sorduğu şu soru, mantıken, daha baştan yanlıştır:
“İnsanlar nasıl bir araya gelip eyleme
geçiyorlar?”
Burada sorunun birimi, bireyler olmamalıdır. Tüm
çelişkileri, eksiklikleriyle sınıfsal kolektif dinamikler üzerinde durulmalıdır.
Bireylerin merkeze konulması, solu bir yere götürmez. Bireye kendini beğendirme
üzerine kurulu siyaset, kimlikçiliğe mahkûmdur.
Zihinde kurgulanan örtüşme hâlleri, pratikte bir
şal/örtü görevi görürler. Böylelikle politik mücadelenin istifade ve istismar
edeceği çatlaklar, çelişkiler ve ayrışmalar görülmez hâle gelirler. Her şeyi
kendisinde cem etmiş, birlemiş, bütünleştirmiş, daha doğrusu, bu algıyı satan
kişi, özne veya örgüt, bu çatlakları, çelişkileri ve ayrışmaları görmeyecek,
daha doğrusu görmek istemeyecektir. Zira bunlar, o ceme, bire ve bütüne halel
getirecek, tehditkâr unsurlardır. Sonuçta çatlakları, çelişkileri ve
ayrışmaları görmek, “nesnelcilik” olarak eleştiriye tabi tutulmaktadır.
Bireylere “işte bunlar sizin özne olmanızı istemiyorlar, buna engel oluyorlar”
deyip gaz vermek çıkışsızdır, çünkü ilgili yaklaşım, burjuva ideolojisinin
hâkimiyeti altındadır.
Bu anlamda, batılı liberal feministlerin Kadın kurgusu,
soyuttur. Gerçek kadınsa somuttur ve bir yığın çelişkiyle maluldür. Semra
Kuytul’a yönelik hakaretin sebebi de saf, bütünlüklü, çatlaksız, kusursuz bir
özne görmek istenmesidir. Böyle olduğunu varsayan özne, her şeyi düzlemeye
mecburdur. Dil, düşünce, öz, biçim, teori ve pratik, onda birlenmiştir. Bu
imkânsızlık, sözü ve eylemi de imkânsızlaştırır.
Oysa çelişkilere hareket alanı sağlanmalıdır.
Çelişkilerin hareketsiz kılınması, egemenlerin ekmeğine yağ sürer. Örneğin
Stalin, kendisi de çelişkili biridir ve çelişkilerle yalın ve duru bir ilişkiye
sahiptir, hatta bir değerlendirmede dile geldiği biçimiyle, o “çelişkileri
yönetmesini bilendir”.
Stalin eleştirileri, esasen çelişkilerle ilişkiyi
düzlemeye dönük dolayım olarak iş görmüştür. Yani kimileri, Stalin’i bahane
ederek, çelişkileri kendinde düzlemiş, her şeyi kendisine bağlama imkânı bulmuştur.
Stalin’e saldırı, bu anlamda, Sovyetler’in dünya bağlamında yarattığı çatlağın
üzerine örtü sermekle alakalıdır.
Zihinde düz çizgi çizince gerçeğin de buna gerekli
cevabı üreteceğini sanmak, büyük bir yanılgıdır. “Onca şey yapıyoruz, sınıf
dönüp bize niye bakmıyor?” diye düşünmek, politikanın bittiği noktadır.
Düşündükçe bitecektir.
* * *
Faşizm antipolitizm; liberalizm apolitizmdir.
Politikasız dünya faşizmde önsel; liberalizmde sonsaldır.
Faşizmden kaçıp liberallerin politika dışı kucağına
kaçmayı özgürlük bahanesiyle yüceltmemek gerekir. Politika, ayrışmalarla,
çelişkilerle, çatlaklarla ilgili bir meseledir. Bu açıdan, onu zorla düzlemeye
dönük bir çaba olarak faşizme karşı olmak, onu ikna yoluyla düzlemeye çabalayan
liberalizme karşı olmayı gerekli kılar.
Temelde sosyalist hareket, sırat köprüsünde yürümekte,
ne yaparsa yapsın, sağa devrilip faşizme; sola devrilip liberalizme/sosyal
demokrasiye düşmekten korkmaktadır. Oysa böylesi bir korkuya hacet yoktur:
Kitle dâhilinde iktidara karşı somut güç oluşturma gayreti içinde olunduğunda,
düşme korkusu da ortadan kalkacaktır. Dili, düşünceyi, teoriyi, pratiği, özü,
biçimi kendisinde bütünlemiş olanlar, aşağı indiklerinde, çelişkilerle birlikte
yol almayı da, mecburen, bileceklerdir.
Eren Balkır
25 Aralık 2018
Denildiğine
göre, Suriye’deki operasyonların bir merkezi Erbil’de, diğeri Adana’da.
Dolayısıyla bugün, “ABD, Erdoğan’a Kürd kıyımı yapması konusunda izin verdi”
yaygarası kopartmanın âlemi yok. Herkes aynı masada, herkes hesap peşinde ve bu
hesapta Suriye halkları zerre kıymete sahip değil.
Herkes,
kendisini bir yere göre kuruyor. Örneğin “sosyolog” Veli Saçılık, son
açıklamasında “kardeş Kürt halkı” diyor, ama kendisini “sosyalist” olarak tarif
ediyor.[1] Kürtler, sosyalistlerin kardeş halkı değil, olamaz. Sosyalistler bir
millet değil ki! O vakit sosyalist Kürt’ün kardeş halkı kim peki? “Sosyolog”umuz,
nereden, ne olarak konuştuğunun farkında değil. İşine geldiği yerde Kürt, işine
geldiği yerde sosyalist, işine geldiği yerde Türk oluveriyor. Sol, şu aşağıdaki
tweet’te görüldüğü üzere, ne olarak konuştuğuna bile karar veremiyor. Halk
adına konuşmaktan ar ediyor, ama pazarın emri doğrultusunda konuşurmuş gibi
yapma gereği illaki duyuyor. İşi bu, mecbur!
Sonuçta
Kürt, siyasi ve lafzi salvolar için bir tür bahane, gerekçe olarak
kullanılıyor. Asıl tartışma, burayla ilgili. Yani Pirzin Minbej imzalı, yukarıdaki
tweet’i geçen sene atanla, “Türkiye NATO bombalarını üzerimize yağdırdığında”
diye ağıt yakan Fehim Işık, aynı kavme mensup olamaz, aynı Kürt’ten bahsediyor
olamaz. Öyle ya, NATO-Körfez Bloku’na liderlik edenle, bugün “bizi kesecekler!”
diye feveran eden aynı kişi nasıl olabilir? Tahran’a yürüyecek orduların azap
askeri olacağından haberi var mı Kürd’ün?
Bu
tür manevraların, sahadaki dönüşümlerin aniden geliştiğini ummak saflık olur.
Çekilme kararını sahadaki herkes, aylar öncesinden biliyordur. Bunun için kitle
bilincine şekil verecek halkla ilişkiler kadroları sahaya sürülür. Yazılar
yazılır, kampanyalar başlatılır. Hele ki savaş gerçekliğinde hesapsızlık,
ölümdür!
Daha
dün Foreign Policy’den feyz alanların, bugün “Kürdler, Sam Amca’ya
iyilik veya lütuf olsun diye IŞİD’le mücadele etmediler. Kendi çıkarlarına
olduğu için bu mücadeleyi yürüttüler. Uluslararası siyasetin acımasız dünyasına
hoş geldiniz: Çıkarları örtüştüğünde uluslar ve devletler işbirliğine giderler
ama söz konusu çıkarlar uyuşmadıklarında, bu işbirliği çoğunlukla sona
erer.”[2] diyenlere tek laf edememesinin sebebi de burada. Çıkarlar nasıl
örtüştü, bir çıkar ve irade var mı, asıl sorular bunlar. Apê Sam, bugüne dek kimi kurtarmış ki bugün bir halkın kurtarıcısı olsun?
Ve
burada soru yöneltilen kişiler, neden işlerine geldiği noktada, saf, bakir,
masum, yüce, mazlum ve arı-duru bir “Kürt” tasarımına sığınıveriyorlar hemen?
Böyle bir Kürt olamadıkları için olabilir mi? Çıkarları belirleyenlerin, her
hamleyi yapanların zihinlerindeki Kürt’le, gerçekteki Kürt aynı olabilir mi?
Onca
liberalizmi, kapitalizmi, emperyalizmi içeri alan bünyeler, “emperyalizmi
defterden sildik”[3] diyenler, neden bugün Kürt’ün arkasına sığınıyorlar?
Tayyip Erdoğan herkese küfrediyor, kendisine bir şey söylendiğinde, “Ben,
Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıyım, bana laf söyleyemezsiniz” diyor.
Benzer bir dil ve üslup burada da işliyor. Her şeyi yapıyorlar, her şeyi
söylüyorlar, kendilerine eleştiri yöneltildiğinde, birden “Kürt” oluveriyorlar.
Kürt, zırh veya kılıftan mı ibaret? Başka bir değeri ve anlamı yok mu?
Dolayısıyla
Veysi Sarısözen yanılmıyor, yanıltıyor, görevi bu: Rojava’yı işgal izni veren
yok! Daha dün küfredilen Esad’a bugün sevgi gösterileri yapmanın da bir anlamı
yok. Sarısözen’in işi bu, yapmak zorunda.
Çözüm
sürecinin Suriye iç savaşı ile alakasını kuran var mı peki? Bugün Diriliş
Ertuğrul’a küfredenler, dün o Ertuğrul’un babasının mezarını taşıyanlara
niye bir laf etmezler?
Medyada,
sahnede gösterildiği gibi değil hiçbir şey. Adana’da ve Erbil’de kurulu operasyon masasında
Kürt halkı veya Türk halkı yok, kimilerinin çıkarları var ve herkes birbirinden
haberdar. Son günlerde “Kürtler ve anti-emperyalizm” başlığı üzerinden süren
tartışmanın anlamı da yok. “Teorik” gevezelik. Bir tarafta “Kürt”, diğer
tarafta “anti-emperyalizm” yok. Tartışma, askerî taktik gereği, “smoke screen”,
sis perdesi işlevi görüyor. Çünkü bir taraf, “Türkiye Ortadoğu’yu yönetecek
güçtedir” diyor, diğeri “Ortadoğu devriminin önderi biziz”. Ortadoğu ise iki cümleden
de sahiplerinden de bihaber.
Geçmişte
aylarca Kürt adına konuşup, “bizim Rakka’da ne işimiz var?” diye yazılar
döşeyenler, ortamı hazırladılar ve gençler Rakka’ya gönderildi. Ardından “bizim
Deyrezor’da ne işimiz var?” diye yazılar yazıldı, gençler bu sefer Deyrezor’a
sevkedildi. Bu yazılar, ortamı yoklamaya yönelikti, itiraz var mı, o
araştırıldı. Bazı sosyalistler gaza gelip, “ne Rakka’sı, Şam’a gidelim!” bile
dediler.
Ama
kimse, “petrol boru hatlarının Kürtlükle ne alakası var?” diye sormadı. Gece
kurulan petrol pazarında kimin hangi armayı taşıdığının bir önemi yoktu. İsrail yoluna akan petrolü de kimse sorgulamadı.
Suudi
Arabistan’dan gelen paraları sorgulamayınca bugün sanki aniden alınmış karardan
dram çıkartmanın da bir anlamı kalmıyor. Ağlayarak bir yere varılmıyor.
Geçmişte “NATO Türkiye’ye müdahale etsin” diyenlerin, NATO kapısında mektup
vermek için bekleyenlerin bugün feveran etmeleri yersiz kaçıyor.
Kayıkçı
dövüşüne de gerek yok. Adı geçen isimlerin solculukla, anti-emperyalistlikle
bir alakaları bulunmuyor. Kürt’e vurarak prim yapmaya çalışıyorlar. Kimilerinin
Müslüman’a vurup prim yapmaya çalışması gibi.
Aylan
Kürdi ölüyor, solcuların sahip çıktıkları Charlie Hebdo dergisi, çocuğu
alaya alan karikatür çiziyor, Kürt yayın organları, çocuğa değil, dergiye sahip
çıkıyorlar[4] ve bugün Fransa alıyor Rojava’da ABD’nin yerini. Mesele, Hebdo’nun
devletin bileşeni olduğunu görmekte. Mesele, devletlerle dans ettiğini
zannetmekte.
Bugün
NATO-Körfez Bloku’na liderlik yapanlar, yaptıklarının hesabını Kürd’e verdiler
mi ki Kürd’ü yardıma çağırıyorlar? Efrin’i iki dakikada terk edip özeleştiri
verme gereği duymayanlar, bugün kırımdan, kıyımdan söz ediyorlar. Zarfa değil,
mazrufa bakmak gerekiyor. Asıl o mazrufta akıyor Kürd’ün kanı.
Eren Balkır
24
Aralık 2018
Dipnotlar:
[1] “AKP-MHP Korosuna Katıldılar”, 24 Aralık 2018, Yeni Yaşam.
[2]
Stephen M. Walt, “Amerika’nın Suriye Siyaseti”, 21 Aralık 2018, İştirakî.
[3]
Eren Balkır, “Viyan Nedir?”, 14 Eylül 2016, İştirakî.
[4]
Eren Balkır, “Kepenek”, 22 Ekim 2015, İştirakî.